Tecrübeli bir psikolog hocam bir dersinde şu cümleyi kurmuştu: “Kızlar karşıma geçip hocam canım çok sıkılıyor dediklerinde kafayı yiyorum arkadaşlar.” Can sıkıntısından yüzü gülmeyen, babasının prensesi, İstanbul’un zengin muhafazakâr semtinde oturan kızlardan bahsediyordu. Konu buraya gelmeden önce terapi seanslarında dinlediği bazı insan hikayelerini paylaşmıştı bizimle. Anlattığı hayatlar dinleyenlerin “doğru mu duydum ben” dediği türdendi.
Yani diyordu ki, kendinize gelin, hayatınız, küçük dünyanızın küçüklüğü yüzünden sürekli aynı şeyleri yaşamanın verdiği tadı kaçmış bir hayat sadece. Hocamın bu düşüncesine o gün içimden şu karşılığı vermiştim: Nasıl olur da bir psikolog, bir insanın içsel bunalımını -ya da adı her neyse- başka insanların hayat tecrübesiyle kıyaslayıp küçümser? Şimdi ise bu yazıda o günkü düşüncemin aksini iddia edeceğim. O gün yanılmıştım çünkü can sıkıntısını tabiri caizse kutsayan edebi metinler boyamıştı gözümü.
Bu yazıyı okuyan kıymetli okuyucu da dediğime katılacaktır diye düşünüyorum. Çünkü Edebifikir’de bu türden, yani “canı sıkılan has kardeşlerimiz ve diğerleri” gibi bir ayrıma gittiğini gördüğüm bir yer. Sitenin müdavimi olan ben acının kıyaslanabilir bir şey olmadığına dair bir kanaate sahip olmuştum. Çok şükür değiştim. Anladım ki acının büyüğü küçüğü vardır, bazılarının imtihanı ağır geçer. Anladım ki biz yüklediğimiz anlamla gerçeğin önüne perde çekeriz ama hakikati değiştiremeyiz. Tabi bu demek değil ki bizim hayata bakışımızın, anlamlandırmalarımızın bir değeri, hesaba katılır yanı yok. Aksine bu mesele o kadar hayâtî ki herhalde bütün bir ömrümüz Müslümanca anlama yetisine sahip olmak çabasıyla geçiyor.
Ancak biraz önce kurduğum acının kıyaslanabilir olduğuna dair cümle sığ bir anlam ifade ediyor. Bir büyüğümden öğrendiğim “sıradan insanlar” ve “sıra dışı insanlar” ayrımı üzerinden yapmaya çalışacağım bir karşılaştırma belki bu sığlığı giderebilir. Şöyle ki; oluş çilesi çeken sıra dışı insanların yürek yangınları çevrelerine de sirayet ediyor ve bu insanların muttali oldukları duygusal durum ya da ruh hâli dediğimiz şeyin bize yansımasını melankoli olarak okuma hatasına düşebiliyoruz. Tanımadığımız için tanımlayamadığımız şeylere indirgemeci bir tavırla yaklaşmak gibi bir huyumuz var çünkü. Ve bu tavrımız da kendimizi benzetme yoluyla onlardan biri saymamıza sebep olabiliyor. Yani şekli uydurduk da ruhu uydurmayı beceremedik diyorum. Bilinçli olmayan bir şekilde kendimizi o insanlarla kıyaslayıp, kendimizi onların yanına yakıştırdığımız için mi canımız bu kadar sıkkın acaba? Yoksa gerçekten biz de oluş çilesi mi çekiyoruz? Bunların dışında bir sebep de olabilir elbette, sahi bizim canımız neden sıkılıyor? Ahmet Murat’ın Kuşlarla Sohbetin Şartları kitabından aktardığım şu kısa bölüm bu sorulara cevap vermemizi sağlamasa da konuyu iyi bir sona bağlayacak diye düşünüyorum:
Bir İngiliz’in, Kuzey Afrika’da karşılaştığı bir derviş topluluğu hakkındaki şu ifadesini hiç unutmadım: “Ölçülü bir neşe içindeydiler.”
Yine Kuzey Afrikalı bir kılavuz olan Udde bin Tunus hazretleri dervişanına, “Evet, öyleyiz” cevabını almayı umarak, sıkça şu soruyu sorarmış: “Mutlu musunuz?”
Ayşegül Karahan
1 Yorum