Massachussets’te Bir Günlük Hayal

Yaklaşık on iki saatlik uçuşun ardından bir gece vakti Amerika’nın Massachussets eyaletinin en büyük şehri ve başkenti olan Boston’a vardım. Havada geçen on iki saat… Dile kolay. Her ne kadar bu yolculuğun tamamında uyumaya çalışsam da bir saat ya uyudum ya uyumadım. Boston’a vardığımda İstanbul ile arasındaki saat farkından dolayı kafayı bulmuş gibi bir hale bürünmüştüm. Uçaktan inerken havaalanı görevlilerinden birine “Selam dünyalı! Ben de sizdenim” dediğimi hatırlıyorum.

Havaalanından ayrılırken kendime gelmeye başlamıştım. Bir taksi çevirip kalacağım otele doğru yola koyulduk. Taksi şoförü hiç konuşmuyordu. Ben de konuşmuyordum. On beş dakika kadar sus pus yola devam ettik. Önemli değildi. Ben zaten şehri seyrediyordum ve bundan da alıkoyulmayı istemezdim. Şehrin her yerinden ışıl ışıl gökdelenler yükseliyordu. Sanki yıldızlar topraktan çıkmış gökyüzüne doğru yükselmeye çalışıyorlardı. Daha sonra yolun sağında simsiyah, kocaman ve küp şeklinde bir bina gördüm. Şoföre burasının ne olduğunu sordum. O da “Kennedy Müzesi” dedi. İçinde eski başkan Kennedy’nin özel eşyaları, büstleri, gazete küpürleri falan varmış. Pek ilgimi çekmedi doğrusu. Bir an evvel otele gidip dinlenmek istiyordum. Binanın yanından geçerken de küp şeklinde olmadığını fark ettim. Enteresan bir şekli vardı. Küp şeklinde yapacaklarmış da malzeme yetmeyince arkasına beyaz duvar çekmişler gibi bir şekil…

Nihayetinde kalacağım otele vardık. Oteller ucuzdur fakat bazen karşılaşmak istemediğiniz manzaralarla yüzyüze gelebilirsiniz. Bu yüzden rezervasyonunuzu yaptırmadan önce kalacağınız yeri iyice araştırın.

Otel görevlisi Kevan çok sıcakkanlıydı. Giriş işlemlerimi çabucak halletti ve bana kalacağım odayı ve ortak kullanım alanlarını gösterdi. Ve “Bir isteğin olursa ben sabaha kadar buradayım. Sabah olunca burada Daisy olacak. Bir de George var. Onunla da tanışırsın. İyi geceler” diyerek yanımdan ayrıldı. Burada fazla zaman geçirmeye niyetim yoktu. Ama yine de otel görevlileriyle iyi anlaşmanız gerekiyor. Umulmadık anlarda size çok büyük yardımları dokunabiliyor. Sabah erkenden kalkacağım için eşyalarımı dolaba yerleştirmeden yatıp uyudum.

Sabah kalkar kalkmaz eşyalarımı yerleştirdim. Aşağı indiğimde de Kevan’ın yerinde genç bir kızın oturduğunu gördüm. Bu Daisy olmalıydı. Yanına gittim ve ismiyle selam verdim. Şaşırmasını beklemiştim ama o şaşırmadan “Günaydın Emin” dedi. Şaşkın taraf bendim. Anlaşılan iyi organize olan bir ekip çalıştırıyordu bu otel. Fazla para almasalar da müşteriyi önemsiyorlar. Şaşkınlığımı kısa sürede alt edip buralarda kahvaltı yapabileceğim bir yer olup olmadığını sordum. Daisy de buralarda çok fazla restoran olduğunu ama bu sokağın sonunda Qdaba diye bir mekânın bulunduğunu ve takolarının çok güzel olduğunu söyledi. Bu mekân Antonio adında Meksikalı bir göçmene aitmiş. Daha önce hiç tako yememiştim ama epeyce duymuştum. Takoyla tanışmanın vakti geldi deyip Qdaba’ya doğru yola koyuldum. Restoranın sade ve sıradan bir görünümü vardı. Camekânında yazan “Mexican Grill” yazısı olmasa mönüye bakılmadan buranın bir Meksikan restoranı olduğu anlaşılmazdı.

Garsona tako yemek istediğimi söylediğimde bana tako çeşitlerini saydı. Tavuklu, kıymalı ve içinde deniz ürünleri bulunan çeşitleri varmış. Deniz ürünlü olanın içinde ne olduğunu merak ettim. Garson da adını bilmediğim bir sürü şey saydı. Ben de sadece balık koymalarını istedim. Yanında da bir bardak portakal suyu… Kısa zamanda kahvaltım geldi. Kıtır hamur arasına iç malzemesi doldurup buna tako diyorlar. Dürüm desen dürüm değil, tost desen tost değil. Ama benim çok hoşuma gitti. Muhtemelen burada kaldığım sürece kahvaltılarımı hep burada yapacağım.

Kahvaltımı bitirdikten sonra hesabı ödeyip restorandan çıktım. Güzel sanatlar müzesine doğru gitmek için yola koyuldum. Amerika’nın önde gelen sanat müzelerinden olan Boston Güzel Sanatlar Müzesinde 450.000 parça eser bulunuyor. Çizimler, fotoğraflar, heykeller, enstrümanlar, tekstil ürünleri ve tüm dünyadan eserler bu müzede mevcut. Bu müzeyi dolaştıktan sonra dünyayı gezmiş hissine kapılıyorsunuz.

Güzel sanatlar müzesinden ayrıldıktan sonra özgürlük yolu denen tarihi yola geçtim. Özgürlük yolu denen şey turistik geziler için hazırlanan bir güzergâhtır. Bu güzergâhı gezerek pek çok tarihi eseri de görmüş oluyorsunuz. “Amerika’da tarihi eser ne gezer” demeyin. Boston, Amerika’nın en eski şehirlerinden birisi olup 17. yüzyılda kurulmuş. Bin yıllık eserlerden bahsedemesek de birkaç yüzyıllık eserler burada mevcut. Bu güzergâh üzerinde bulunun en önemli tarihi eserler de birkaç eski kiliseydi. Ben de güzergâhı tamamladıktan sonra Boston Common olarak adlandırılan yere gittim.

Zamanında Boston’da tütün içmek yasakken bu noktada insanların tütün içmelerine izin veriliyormuş. Burasının tek kayda değer özelliği de bu olsa gerek. Bunun haricinde bir özelliği yok. Sağda solda kedi köpekten fazla sincaplar kol geziyor. Bir avuç fındık fıstık gibi çerezle buraya gelirseniz onlarıda memnun etmiş olursunuz. Burayı da gezdikten sonra bu günlük gezi planımda sadece halk kütüphanesi kalmıştı. Ama ondan önce yemek yemem gerekiyordu. Biraz dolaştıktan sonra gözüm Ali Baba Restourant tabelasına ilişti. Tereddütsüz oraya doğru gittim. İçeri girer girmez ızgaradaki ustalara “Selamun aleyküm” dedim. Onlar da bana şaşkınlık ve memnuniyetle “Aleyküm selam” diyerek cevap verdiler. Aksanlarından ve simalarından Türk olmadıklarını anladım. İçlerinden birine burada Türk çalışanın olup olmadığını sordum. “Var” dedi. Restoranın sahibi Türk’müş. Üstelik birkaç tane de Türk çalışan varmış. Biraz önce hayal kırıklığına teğet geçen moral bozukluğum yerini huzura bıraktı. Bir masaya oturdum. Hemen bir garson geldi ve bu garson Türk’tü. “Ne arzu edersiniz” dediğinde, “Bana helal olan, önerebileceğin herhangi bir şeyi getir. Sana bırakıyorum” dedim. Bana İngilizce sormuş cevabını Türkçe almıştı. Donuk suratı bir anda değişmiş ve şevke gelmişti. “Hemen getiriyorum abime en helalinden” diyerek mutfağa doğru seğirtti. Yemeği önüme koydu. İstemediğim halde yanında ayran da getirmişti. “Eyvallah” dedim. Yemeği yedikten sonra, önüme bir tabak baklava koydu ve “Abi, bu tatlı bizim ikramımız” dedi ve yanıma oturdu. Ben bir yandan tatlıyı yerken o da konuşup benimle tanışmak istiyordu. Konuşmasından uzun süredir burada olduğu belli oluyordu. “Adım Adem. Bu restoran babamın. Ama burada yok. Mal almaya gitti. Yarın gelir ama. Bu akşam işin yoksa maça gidelim. Red Sox maçına. Babamla hep gideriz. Ama o şimdi yok. Onun bileti boşta. Sen gel”. “Tamam, ama önce halk kütüphanesine gitmem lazım. Daha sonra buluşup maça gideriz” dedim. O da “Saat 20.00’de Fenway Park’ta ol. A kapısının orda buluşalım” dedi. Akşam görüşmek üzere vedalaştık.

Yolda “Red Sox ne? Ne maçına gideceğiz? Fenway hiç hesapta yoktu…” diye düşünerek halk kütüphanesine vardım. Amerika’nın halka açık ilk kütüphanesi olan ve 160 yıllık bir bina olan kütüphanede tam 25 milyon eser bulunuyor. Muazzam bir yer.

Kütüphanede doyasıya dolaşırken hava kararmaya başlamıştı. Bir anda Adem’le randevum aklıma geldi ve hemen kütüphaneden çıktım. Buluşma saatini 5 dakika geçtiğinde giriş kapısının önüne geldim. Adem beni orada bekliyordu. Selamlaşıp içeri girdik. Stada girdiğimizde beysbol maçına geldiğimizi anlayabilmiştim. Daha önce hiç beysbol maçı seyretmemiştim. Hatta beysbol kurallarını bile bilmem. Maç başladığında da olaya tamamen Fransız kaldım. Top atılıyor, topa vuruluyor, atışlar tekrarlanıyor, koşuşturmaca, paslaşmaca… Tüm bunlar sahada olurken tribünlerde bir an boyunca coşku eksik olmadı. Bu yüzden maçtan ziyade tribünü seyretmiştim. Yabancı olduğum bir ortamda etrafımda ne olup bittiğini öğrenmeden rahat etmeyen biri olsam da beysbol maçının hiçbir kuralını çözmeye çalışmadım. Üstelik zaman zaman Adem bana olanı biteni anlatmaya çalıştığı halde bunlara kulak asmadım. Maç bittikten sonra da Adem “Nasıl yendik ama” dediğinde ben kimin galip kimin mağlup olduğunu bilmeden “Muhteşemdi” dedim. Sonrasında tekrar görüşme sözü vererek Adem’den ayrıldım ve otele doğru yola koyuldum.

Yorucu bir gündü. Günün sonunda Boston’dan heybeme düşen kayda değer bir şey neredeyse yoktu. Meksikan takosu ve Türk kebabı yediğim, tarihi eserlerin en fazla birkaç yüzyıllık olduğu Bostan’da en heyecan verici şeyin beysbol maçı olduğunu bilmek şükretmeme vesile oldu.

Muhammet Emin Oyar

 

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • Ebu Mübeyyen , 13/03/2016

    ikrâm edilen bir yiyeceği nezâketen kabul etmeyiz ya hani “yemiş kadar oldum” diyerek.

    görmüş kadar olduk, teşekkürler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir