Mardin’den Diyarbakır’a

Güneydoğu Anadolu’nun mistik yüzü Mardin’dir. Dün ile bugünün mezcettiği, tarihin bir şahıs olarak tecelli ettiği şehir.

Akşam, Diyarbakır’a doğru yola çıktım. Alaaddin’in sihirli lambasından çıkıp köşe başında karşıma çıkan esrarengiz bir şehirden, daha önce görmediğim bir şehre gidiyordum. Diyarbakır denilince aklıma; kan kırmızı karpuzlar ve doğunun Paris’i olmakla aşağılanan dört başı mamur bir şehir geliyordu. Van’a nazaran, kent mimarisinin tarihi dokuya uygun biçimde planlandığı kadim bir şehirle karşılaşmayı umuyordum.

Sonra Dicle nehri… Diyarbakır’ın gözlerinden süzülüp göğsündeki broşa akan, tuzsuz bir deniz olmalıydı Dicle nehri… Fırat’ı birçok kez görmüştüm ama Dicle’yi ilk kez görecektim. Heyecanlı ve sevinçliydim.

Diyarbakır’a vardığımda karanlık, şehrin üzerine çöreklenmiş, hoş sohbeti ve selamıyla şehri aydınlatması için misafirlerinden haraç kesmeye hazırlanıyordu. Eşyalarımı otele bırakıp şehir merkezine yollanmak üzere adımlarımı hızlandırdım. Taksi şoförü, yörenin yerlisi olmadığımızı anlar anlamaz, “Diyarbakır modern şehirdir, burası diğer Doğu şehirlerine benzemez, buradaki insanlar çağdaş ve zihni açık insanlardır.” dedi.

Aklıma Ece Ayhan’ın, “Maveraünnehir nereye akar?” dizesi geldi. Ve bir mektupta şairin yakasına pul niyetine yapıştırılan, “Alın-yazarının mürekkebine” cevabı… Gülümsedim içimden. Ama hiç eğlenmedim.

Taksiye biner binmez şoföre 15 gündür doğu illerini gezdiğimi söylediğimden, onu sonsuza kadar affetmek için yeterince delil toplamaya vaktim oldu. Diyarbakır’a ilk kez geliyordum ama insanlarına yabancı değildim. Saat 22.00’ı biraz geçtiğinde Ulu Camii civarında indim. Sur olaylarının olduğu bölgede yeni yapılan binalar dışında kent meydanında bir hareketlilik yoktu. Epey yürüdüm. Bir kapı eşiğinde sigara içen 45 yaşlarındaki mahalle sakini, burası çıkmaz sokak diyerek beni uyardı. Acaba ironi mi yapıyor diye düşündüm. Bu kez hakikaten güldüm. Eyvallah dedim. Yürümeye devam ettim. Bitişik nizam, çarpık yapılar, rengârenk nargile dükkânları, tütüncüler, muhkem taş binaların arasında ilk yağmurda çatlamayı bekleyen, üzeri yaldızlarla kapatılmış yutonglar… Güzelin çirkine, iyinin kötüye aktığı telaşsız bir curcuna…

Bir saat kadar aralıksız yürüdüm. Tekrar ana caddeye çıktığımda saat 23.00’dı. Yol yorgunluğu ağır bastı ve konakladığım yere döndüm.

Master’ımı, master şefte yapmış bir hukuk gurusu olarak sabah 10.30’da Ciğerci Mustafa’nın mekânına demirledim. Daha önce Diyarbakır ciğeri yememiştim. Koca bir porsiyonu, toklu koyunların ciğerlerinden revnak-ı bahar bularak yuttum. Mezeler, acılı ezmeler, biber turşuları gayet güzeldi. İyi bekletilmiş sakatatların ağızda bıraktığı kekremsi tadı dünyalara değişmem. Ciğerin iri dilimlenmesi görüntüsünü güzelleştirse de Urfa’daki Aziz Usta’da yediğimiz ciğerin yerini tutmadı. Urfa ciğerinin danadan, Diyarbakır ciğerinin kuzudan yapılması bu farklılığın bir başka nedeni olabilir. Bu çok önemli konu hakkında literatüre girecek bir makale yazmayı planlıyorum.

Ayağımın tozuyla Diyarbakır Arkeoloji Müzesi’ne gittim. Bahçe peyzajları, binaları ve iç tasarımı ile ferah bir kültür merkezi karşıladı beni. Balkonundan Hevsel Bahçeleri izlenebiliyor. Biraz ileriye bakarsanız suyun karşısında kavak ağaçları hemen belli oluyor. Müze alanının içinde müze ile bütünlük oluşturan Hazreti Süleyman Camii’nin ziyaretçileri hiç eksik olmuyor. Taş duvarlı balkonundan Dicle’ye baktığınızda Diyarbakır’ı kucaklamak için sırtını Batı’ya verdiğinde Notre Dame’ın kamburunu Doğu’ya verdiğini görüyorsunuz.

Müze iki katlı… Kadim uygarlıkların muhtelif dönemlerinden tevarüs edilen eserlerin sergilendiği geniş bir tarihi eser yelpazesine sahip. Gezerken insanı yormayan, ferah bir yer… Müzenin hemen yanında sanat galerisi olarak kullanılan henüz restorasyonu bitmemiş Saint George Kilisesi…

Öğle vakti geldiğinde Diyarbakır Ulu Camii’ne geldim. Bahçesinde çocukların koşturduğu, insanların karınca gibi yeryüzüne saçıldığı, şenlikli bir manzara… Avlunun ortasındaki şadırvanda sıra vardı. İçine girdiğimizde oturan, uyuyan, sohbet eden ve etrafı izleyen insanlar camiyi hayata bağlıyordu. Caminin içi vakit namazları dışında sohbet edilen, ilim öğrenilen, doğuya has yeğdane evleri, kâgir konakları andırıyordu. Oturdum, uzun bir süre sadece insanları izledim. İçim bir panayır yeri gibi şenlendi…  Caminin mavi halılarına oturan kalkmak istemiyordu. Caminin, hayatın içinde kolayca yer bulabilmesi bu toprakların insanı hakkında fikir veriyordu.

Aşırı sıcaklardan serinlemek isteyen Diyarbakır halkı soğuk baklavayı icat etmiş. Şerbetin sıcak dökülmediği ve baklavanın sütle yumuşatıldığı bu tat, normal baklavayı aratmayacak kadar leziz. Bu lezzeti denemek için Sıtkı Usta’ya gittim. Ufak dükkânı ahşap bir masa ve birkaç bakır tepsiden ibaretti. Soğuk baklavayla yetinmedim. Burma kadayıfın içimi ezmesine müsaade ettim.

Çarşıda yürümeye başladım. Dört ayaklı minarenin olduğu caddeye geldiğimde minarenin olağandışı yapısı dikkatimi çekti. Her an kırılacakmış gibi görünen ayakların sağlamlığı hayreti mucip bir hadise. Pisa Kulesi yanında halt etsin! Her eskiyenin sağlamlığını yitirdiğini düşünmemem gerektiği öğüdünü veren minareden sonra kasket ve şapka satan bir dükkâna uğradım. 55-60 yaşlarında, yüzünden tebessüm eksik olmayan gerçek bir Diyarbakır beyefendisi ile şehrin tarihi ve jeopolitik yapısı hakkında uzun uzadıya sohbet ettim. Kasket ve şapkaların Diyarbakır’ın en önemli simgelerinden biri olduğuna kani oldum. Haki ve krem renkli iki şapkada karar kıldım. Kasket de almak istedim ancak beyefendi, yaşlı işi diyerek satmak istemedi.

Diyarbakır için iftihar kaynağı olan Ziya Gökalp Müzesi’ni ziyaret etmek listemin başındaydı. Soluğu ahşap kapılı müze girişinde aldım. Bahçesinde birkaç ağaç ve yeşilliğin bulunması müzenin havasını değiştirmiş. Süs havuzuna bakınca göz bebeklerinizden ayakuçlarınıza kadar serinlik hissediyorsunuz. Bahçede sınırlı hizmet sunan bir de işletme mevcut. Sekiz-on masa… Ziyaretçiler Hevsel Bahçeleri’nde yetişen reyhandan yapılan şerbetleri içebiliyor. Ziya Gökalp’in kişisel eşyalarının sergilendiği ve kitapların el yazısı nüshalarının da görülebildiği sade bir müze inşa edilmiş. Çok beğendim.

İkindiye doğru meşhur Sülüklü Han’a uğradım. Asırlık çınar ağacı ile meşhur olan bu han, sakinliğin mücessem hali. Adını tedavi amaçlı kullanılan sülük kuyularından alan haşmetli yapı; insana toprağın altında olduğu hissini veriyor. Ölmeden gömülme hissi.

Bu şehir Mardin gibi, efsunlu bir kent değil. Kendine has bir gerçekliğin hüküm sürdüğü bir fizyolojiyle hayatta… Değişebilecek ve sabit kalem unsurlar arasındaki çizgi çok ince ve her an beklenmedik bir senaryo ile karşılaşabilirsiniz.

İnsanı güzel.

İnsan, şehrin kırılgan aynası… 

Muhammed Furkan Kâhya

 

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir