Kütüphane Anıları I

Kütüphane Anıları I

 

Annesi hep dağınıklığından şikâyet ederdi. Haklıydı, çünkü eve geldiğinde ilk işi önce yatağının üzerini, sonra da odasının geri kalanını, en çok da komidine kütüphane görevini kazandıran kitaplarını dağıtmak olurdu. Bir süre bu dağınıklığı izler ve hep aynı cümleyi kurardı. En güzel dağınıklığı, ne çok güzel giysiler, ne profesörlerin hayatını adayıp yazdığı diğer kitaplar oluştururdu. Ona göre masasını kaplayan ve başucuna koyduğu kitapların dağınıklık yeteneği kimseninkinde yoktu. Bu fikirlerinin peşi sıra da diğer kitaplara haksızlık etmekten korkar “herkes en çok kendi kitaplarını sever galiba” derdi.

Bir köy kütüphanesindeydi. Tozlu rafta gözüne takılan bir kitap ona İstanbul’daki odasını, annesini hatırlatmıştı birden. Pencereden dışarı baktığında gördüğü yemyeşil tepeler, onu kendine getirdi. Derin bir nefes çekti. Temiz hava buram buram “köy” diyordu. O ise içinden; “Köydesin, şifalı havadan biraz daha çek içine” diye geçiriyordu. Bir an üşüdüğünü hissederek pencereyi kapattı. Tekrar kitaplara daldı…

Bulunduğu köy Erzincan’a bağlı sevimli, küçük bir yerdi. Burada şehrin samimiyetsizliği yoktu. Huzurluydu. Birbiri ardına sorular yağdıran çevresindeki ender insanlara bahsederdi bu köyden. Onu anlamayacak pek çoğuna ise cevap vermek huzurunu kaçırıyordu doğrusu. Bu yüzden köyün ismini soranlara cevap vermez, onların meraklarını uyandırmak istercesine kendi tanımıyla, “sevimli ve mutlu olduğum bir mekân, benim mekânım” derdi. Bilirdi, şehir insanı için köy isimleri, içinde yaşayan halkın geleneği, geçim sıkıntıları bir anlam taşımazdı. Her gün nedensizce bir koşuşturmacanın içinde kaybolan, âdeta kendi kimliğini unutan, en acısı da sokakta el açıp yardım isteyen her insan için içten “şimdi bunun kesin benden çok parası vardır, cepleri dolu doludur ” diyerek vicdanını bu şekilde rahatlatmayı tercih eden, küçümseyici bir tavırla onların yanından merhametsizce geçip gidenler “şehrin insanları” değil miydi? Köy onların zihninde imkânları az, kendileri faydalansın diye gününün tümünü tarlada geçiren insanların yaşadığı bir yerdi.

Bu düşüncelerini çay evinde bir dikişte çay içen -köylerde çaylar gerçek anlamıyla tavşan kanıdır- ahaliye anlattığında şaşkın bakışlara maruz kalır, sonra gülümseyerek konuyu değiştirir, sohbeti yarıda bırakmazdı. Bu bakışların bir nedeni vardı çünkü hoşgörüsü biraz da bundandı. Neyse ki hislerini ifade etmeye niyetlendiği hiçbir vakit “Sen de şehirli değil misin?” diyen birine rastlamamıştı. Evet, öyleydi. Yıllarca, göç eden ailelerin ilk durağı olan, özellikle üniversite öğrencilerinin yaşamayı hayal ettiği İstanbul’da büyümüş, kısa bir çalışma hayatından sonra köy halkının yaşamına dâhil olmuştu.

Geldiği ilk haftalar yerleşmek, köyü tanımak en büyük meşguliyeti olmuştu. Artık, yegâne vazifesi görmek, gezmek ve yazmaktı. Her seferinde burada bulunduğuna şükretmesinin en güzel nedeni kitaplarla, cümlelerle ve nihayet kelimelerle hemhâl olmasıydı. Hayırseverler tarafından yaptırılan kütüphanede yaklaşık iki aydır çalışıyor, köy halkının kitaplardan haberdar olmasına vesile oluyordu. Kitapların her birini sayfa sayfa incelemekle görevliydi, âdeta köy halkına kitap rehberliği ediyordu. Evet, soran olursa mesleğini böyle tanımlardı. Ne üniversitede aldığı eğitimi ne de uzun süre meşgul olduğu işi anlatmazdı kimseye. Sevmişti bu mesleği; kitap rehberliği…

Kütüphanedeki masasının her köşesi kitap kokardı. Sahip olacağı en güzel masaydı belki de… Köyün çocukları, büyüklerin yardımıyla yapmıştı masayı. Kim bilir kimleri gölgelendirmiş bir ağaçtan yapılmış ahşap bir masa… İstanbul’da oturdukları evlerinin terasında duran babasının yaptığı ahşap masalar geldi aklına. Onun masası da babasınınkiler kadar eski ve bir o kadar da bilindik ve samimi geliyordu göze. İşte, ona benliğini hatırlatan bir eşya… Bu masa gözüne her iliştiğinde, hayatın silsilesinde kaybolmuş hislerine çabucak geri sahip olmak istiyordu. Bu masa, köydeki en güzel anılarının başköşesinde oturacaktı, besbelliydi… Eşyalar, kişinin benliğinin, aitliğini ve elbette nereye ait olduğunu hatırlatmıyorsa ne gibi bir öneme sahip olabilirlerdi ki?

Masasının tam ortasında duran saat 5’i gösteriyordu. Ahaliyle ikindi sohbetinin vakti çoktan gelmişti. Kahvehanenin yolunu tutarken düşündü; hakikat gibi görünenin yanıltmasından uzakta, gerçek hakikatlerin peşinde yaptığı bu yolculuk, müthiş bir keyfe dönüşmeye başlamıştı.

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • salak olabilirim ama aptal değilim , 17/01/2013

    Sevil Kuzu yazıları Türk edebiyatının gelecek 20 senesine damga vuracaktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir