Suriçi’nde keşfe çıktığım bir gün aniden Trabzon’a gitmeye karar verdim. İstanbul dar geliyordu. Şubat ayı bitmeden sokaklarına âşina olmadığım bir şehri daha görsem fena olmayacaktı. Fazla bir yoğunluğum da yoktu. Beni, ben yapan şeylerden birinin bu tarz yolculuklarım olduğunu düşünürken bir de baktım ki altı gün sonraya uçak biletimi almışım. Şubat, garip bir ay. Gelişiyle gidişiyle bir. Ne seveni var, ne nefret edeni. Ocak ayıyla Mart ayının hâkimiyetini de kabul etmemiştir. İki arada bir derede ama kendi halinde. Bana da böyle bir ay giderdi zaten. Kaç arada kaç derede kaldığımı bile bilmiyorum. Zihnimin keşmekeşi ve ruhumun kaosu beni avare bir güvercine çevirdi. Kelimenin tam manasıyla savruluyorum. Nereden nereye gittiğimi bilmek bir yana öngöremiyorum bile. Silkeleniyorum da aynı zamanda. Değerli değersiz ne varsa dökülüyor üzerimden. Ceplerimde, üzerimde taşıdığım o kadar lüzumsuz şey varmış ki. Oburca her şeyi doldurmuşum cebime. “Bir gün lâzım olur.” diyerek. Hiçbiri de lâzım olmadı. Ama artık durdum. Kendime kendimde yer açıyorum. İçimdeki kurşunları atıyorum.
Trabzon’da iki gece kalacaktım. İlk gece Tahir Ağa Konağı, diğer gece Feza Hotel’de konakladım. Tahir Ağa Konağı’ndan memnun kaldım ama Feza Hotel için aynısını söyleyemem. Şehir merkezine vardığımda öğle vaktiydi. İlk önce etrafı bir süzdüm. Meydanın peyzajı başarılıydı. Kahve içilebilecek birkaç yer, yemek mekânları ve oteller meydanı çevrelemişti. İskenderpaşa Camii meydana uhuvvet veriyordu. Binalardaki başarılı taş mimari hoşuma gitmişti. Maraş caddesi ve Uzun sokak görülebiliyordu. O halde başlayabilirdim. Bu iki cadde ve sokak Trabzon’un can damarları. Uzun sokak gençler, Maraş caddesi orta yaş ve üstü için her gün uğranılan yerlerin başında geliyor. Parayla ilgili bir işiniz varsa Maraş caddesine uğramamanız mümkün değil. Kitap alacaksanız da Uzun sokak uğrak yeriniz olacaktır. Belli başlı tüm kitapçılara gittim. Beşikçi, en eski kitabevi. Ra kitabevini beğendim. Ama sahibi tok satıcı. Derya, Çağrı ve İpekyolu kitabevleri nispeten küçük olsalar da beni heyecanlandırmaya yetti.
İrili ufaklı bir sürü cami var çarşı civarında. İki elin parmaklarını rahatlıkla geçebilecek kadarını ziyaret ettim. Çok temiz ve bakımlıydılar. İlk defa Bursa’ya camiye ihtimam gösterme konusunda bu kadar yaklaşan bir şehir gördüm. Gülbahar Hatun, Tabakhane, Pazarkapı, İskenderpaşa, Ortahisar, Fatih, Hızırbey, Sakız Hasanağa gibi camileri aklımda yer edenler. Hepsinin insanı ibadete davet eden bir havası vardı. Temizlik konusunda aynı hassasiyetin Küçük Ayvasıl Kilisesi’ne gösterilmediğini görünce üzüldüm. Canım sıkıldı. Oradaki güvenlik görevlileri bu kilisenin öneminin bilincinde değillerdi. Şikâyet etmek istediğimde İl Turizm Müdürlüğü’ndeki görevli çok ilgisiz davrandı.
Oradan Muhibbi Edebiyat Müze Kütüphanesi’ne gittim. İçeriye girdiğimde ahşap yer döşemeleri çok hoşuma gitti. Hemen sağda büyükçe bir tabloda Muhibbi kelimesinin manasından bahseden bir tablo vardı. Bina üç katlıydı. Her odasında Trabzonlu edebiyatçıların eşyalarının bulunduğu bir kat çok hoşuma gitti. Orada en dikkatimi çeken kişi Mustafa Ruhi Şirin oldu. Çocuk edebiyatı denilince akla ilk gelen kişidir. Ve Çocuk Vakfı’nı da 1990 yılında o kurmuştur. Aydın Hoca’nın arkadaşı olduğunu da eklemeliyim. Bu kütüphaneye hayran kaldım. Dekoru, hissettirdikleri, çalışanları bana çok sıcak geldi. Kütüphane sorumlusu Seda (Aslanbaş) Hanım’a ayrı bir teşekkür borçluyum. Küçük Ayvasıl Kilisesi’nin durumunu anlattığımda bizzat ilgilendi ve İl Kültür ve Turizm Müdürü Ali Bey’e durumu iletti. Ali (Ayvazoğlu) Bey gerekli ciddiyeti gösterip kilisenin içindeki fazlalıkları oradan kaldırttı. İşini ciddiyetle yaptığı için kendisini takdir ettim. Muhibbi Kütüphanesi’nin güvenlik görevlisi Gökhan (Öztürk) Bey’i çok sevdim. Benimle sanki uzun süredir tanışıyormuşuz gibi ilgilendi. Hatta kütüphanedeki hatıra fotoğrafımı da o çekti. Trabzon hakkında epey bir bilgi verdi. Ona da teşekkürlerimi sunuyorum.
Trabzon’da köprü altı denilen yerden kalkan minibüslerle şehir merkezindeki hemen her yere gitmeniz mümkün. Moloz denilen yerden kalkan minibüslerle şehrin batısına Söğüt ve Beşirli üzerinden gidilebiliyor. Çömlekçi’den kalkan minibüslerle de şehrin doğusuna ve yaylalara gitmek mümkün. Şehir içi minibüslerini kullanarak Atatürk Köşkü’ne gittim. Hava bahardan kalmaydı. Bahçesinde dolanırken ve denizi izlerken ruhum genişledi. Köşke çok güzel bakılmış. Görevlileri tebrik edip oradan ayrıldım. Zağnos Vadisi ile yaşanılabilir bir alan meydana getirilmiş. Köprü üzerine çıkıp rahatlıkla izlenebiliyor. Tabakhane köprüsü de kendini bir nebze de olsa koruyabilmiş güzel bir köprü. Dikkatimi çeken başka bir husus Rusya ve Gürcistan’ın konsolosluk binalarının olması oldu. Rusya konsolosluk binası açacak kadar önem veriyordu demek ki bu şehre. Hemen karşıda Soçi şehri vardı en nihayetinde.
Trabzon’un çok zengin bir mutfağı yok. Kuymak, kaygana, turşu kavurma kahvaltıda yenilen yöresel lezzetler. Meyve bıçağıyla Karadeniz pidesi yememiş olanlara Rüştü’nün Fırını’nı tavsiye edebilirim. Akçaabat Köfte’yi Akçaabat’ta tattım. İdare ederdi. Ama biraz kuru olduğunu söyleyebilirim. Karadeniz Somonu ve Kaya Levreği’nden yeme imkânım oldu. Kaya Levreği muhteşemdi. Tavası değil de buğulaması favorimdir. Çok lezizdi. Meşhur Beton helvayı pas geçmedim tabiî ki. Susamında dolayı bir miktar acıyı andırır gibi olsa da tadı iyi. Trabzon’da kahve ve kahveci sıkıntısı çektim. Çay kültürü kahve kültürünün çok önünde. Kahve içmek için gidilebilecek mekânlar çok sınırlı. Trabzon’a has bir kahve bulamadığım için üçüncü nesil kahve orada da yoldaşım oldu.
Trabzon insanı hakikaten fıkra gibi. Hepsi yaşayan birer Cem Yılmaz olmasa da en azından Can Yılmaz. Herhangi bir kalabalık sokağa ya da caddeye girdiğinizde göreceğiniz ilk şey herkesin birbirine bir şeyler anlattığı olacaktır. Sürekli bir hareketlilik var insanlarda. Sabah, esnafın neler konuştuğunu duymak için erken saatte çarşıda gezmeye başladım. Haliyle siyasetten bahsediliyordu. Bu denli politik bir şehre hayatımda hiç denk gelmedim. Trabzonluların kabinedeki Trabzonlu bakanlarla övünmek gibi bir hasletleri var. Mana veremedim. “Karadeniz Tutuculuğu”nun herhalde bunda bir miktar payı vardır diye düşünüyorum. Hâlbuki Trabzonlu siyasiler hiçbir zaman Rizeli siyasetçilerin gölgesinde kalmaktan kurtulamamıştır. Bir de İstanbul’un fethinin Trabzon’un fethiyle anlam kazandığına dair bir inanışları var. Buna inanmak için herhalde Trabzonlu kimliğinin Türk kimliğinden üstte olduğuna inanmak gerekir ki hakikaten de buranın insanı buna inanıyor. Müslümanlıktan sonra Trabzonluluğu değerli görüyorlar. Üçüncü sırada Türk olmak geliyor onlar için. Bu durum üzerinde uzlaşılmış bir Türk kimliğine ulaşmada en büyük engellerden bir tanesi. Yaşadığım şu iki diyalog bu savımı destekleyecektir. Erdoğdu’ya doğru yürürken yolda denk geldiğim birine adres sordum. Ayrıntılı tarif verince “siz Trabzonlusunuz” herhalde dedim. Evet dedi. “Sen nerelisin” dedi “Bursalıyım” dedim. “Olsun olsun” dedi. Doğrudan Trabzonlu olmayı Bursalı olmanın yukarısına koydu. Hâlbuki aralarında bir üstünlük söz konusu olamaz. Sonra Fatih mahallesinde bir teyze ile konuşmaya başladım. “Buralı mısınız” dedim “evet sen nerelisin delikanlı” dedi. “Bursalıyım” dedim. “Olsun olsun orası da memlekettur.” Dedi. O an artık literatüre “Trabzonlu kibri” ifadesini kazandırsam haksızlık etmiş olmam diye düşündüm.
Trabzon’da adımsayarım beni yanıltmıyorsa yetmiş üç bin kadar adım attım. Ayaklarım beni nereye götürdüyse oraya gittim. En keyif aldığım yer Boztepe oldu. Orada uzun uzun ufku izledim. Denizle gökyüzünün birleştiği yeri… Maviden beyaza doğru kaymış bir grilik gördüm orada. Geceye mi gündüze mi ait olduğu belli olmayan türdendi. Ürperdim. Belirsizliği düşündürdü bana. Hayatın içime sızdırdığı rahatsızlık hissinin önüne geçemeyişimi hatırlattı. Hem ölü hem diri olmak çok zor. Payıma azat mı düşecek, azap mı bilmiyorum. Tek bildiğim sürüklenişim. Galiba benim sorunum yaşayamamak ve ölememek. Bu ikisinin hakkını bir türlü verememek. Kafam karışık, yüreğim dağınık, ruhumda kaosa karşı koyacak güç yok. Ağlamıyorum ve bağırmıyorum ki acım hafiflemesin. Hatta ağlamaya ve bağırmaya borçlanırcasına gülüyor ve susuyorum. Öteye geçmek için çırpınıyorum. Ama bir türlü öteye geçemiyorum. Tek yaptığım yer değiştirmek. Kendi dairemin içi bana yetmiyor. İnsan acele eder oysa Allah’ın acelesi yoktur. Yoksa ben acele mi ediyorum?
Muhammed Furkan Kâhya