1896 yılında Amerika’da Yüksek Mahkeme ırk ayrımcılığının yasal olduğuna karar verdiği zaman aslında bu kıtada yaşayan siyahîler için çok fazla bir şey değişmemişti. Zira onlar yenidünyada ırk ayrımcılığını en sert şekilde yaşıyorlardı zaten. Her ne kadar Kuzey-Güney savaşından sonra kölelik resmi olarak kaldırılsa da siyahîlerin beyazlarla aynı haklara sahip olması bir türlü mümkün olmadı.
1947’de Jackie Robinson, Amerikan Majör Beysbol Ligi’nde oynayan ilk siyah oyuncu olurken 1955’de Rosa Parks adlı siyahî bir kadın, Alabama’nın Montgomery kasabasında siyahlarla beyazların ayrı koltuklara oturduğu bir otobüste yerini beyazlara vermeyi reddettiği için tutuklanabiliyordu. 1965’te medeni haklar için savaşan ünlü siyahî müslüman lider Malcolm X öldürülmüştü. 1966 Edward Brooke, Massachusetts’den senatör seçilerek iç savaştan sonraki Restorasyon döneminden bu yana Senato’ya giren ilk siyah oluyordu. Tüm bu olanlara bakıp bir şeyler yoluna mı giriyor acaba dediğiniz anda takvimler 1968 yılını gösterirken siyahî Hıristiyan aktivist Martin Luther King, Tennessee’nin Memphis kentinde suikasta uğrayıp öldürülüyordu.
Yenidünya’da siyahîler beyazlarla aynı lokantada yemek yiyemiyorlar, aynı musluktan su içemiyorlardı. Ne kadar iyi eğitim alırsanız alın, ülkenin en iyi üniversitelerinde hangi bölümü okursanız okuyun eğer deri renginiz siyah ise marangoz, ayakkabı boyacısı, garson vb. işlerde çalışmaktan başka şansınız yoktu. Büyük Britanya İmparatorluğu’ndan kopan bir avuç başıbozuk, düzensiz, kanun kaçağı haydutların temellerini attığı bu yeni devlet aslında ayrıldığı devletin felsefesini terk etmiş değildi. Kültürel kodlar bir sonraki nesle aktarılarak devamlılık sağlanıyordu. Yenidünyanın biraz daha dışına çıktığınız zaman işler değişiyor diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Portekiz, Hollanda, İngiltere, Fransa gibi batılı devletlerde siyahîlere ya da müslüman halklara karşı tutum her zaman aynıydı. Küresel ölçekte iş hacmine ulaşan bu devletler ucuz insan gücünü nerede buluruz diye çok düşünmeden gemilerinin dümenlerini hemen Afrika kıtasına doğru kırmışlardı. Bu topraklardan zorla koparılıp yenidünyaya getirilen yerli halk, köle olarak satılıyor ve bu ticaret üzerinden beyaz tenli zenginler servetlerine servet katıyorlardı. Artık beyaz adam için yeni bir iş kolu vardı: Afrika’dan siyah insanları gemilere doldurup Avrupa’ya getirmek ve bunları köle pazarlarında satmak!
Bu düzenin değiştiğini gördüğünüz zaman kapitalist zalimlerin insafa geldiğini de düşünmeyin. Bir kölenin bakım ve sağlık masrafları pahalıya geldiği anlaşılınca kölelik Avrupa’da yasaklanmıştı. Artık modern köleler kullanılıyordu. Uzun çalışma koşullarıyla ve çok cüzi ücretler karşılığında hem de ten rengi farkına bakılmadan yeni köleler bulmak sistemin ömrünü birkaç yüzyıl daha uzatmıştı. Ancak tarihî süreç bu aşamaya gelene kadar uzun yıllar Avrupa’da çok büyük trajediler yaşanmıştı. Bazı batılı yazarlar, seyyahlar, din adamları da yaşanan bu trajedileri yazmıştı. Bu trajedileri dile getiren sanat, edebiyat eserleri içinde öyle bir tanesi var ki, diğerlerinden farklı olarak çok daha fazla ses getirmişti. Bahsettiğimiz bu isim bir ressamdı ve yaptığı bir tabloyla siyahîlerin çektiği çileyi, yaşadıkları trajediyi dünya gündemine taşımayı başarmıştı ancak kendi şöhretine de çok ciddi bir darbe vurmuş, böylece her geçen gün yükselen kariyerinin hızlı bir şekilde düşmesine de neden olmuştu. Tüm bu anlattıklarımız açısından ünlü İngiliz ressam William Turner ve “Köle Gemisi” tablosu bize göre üzerinde konuşulmaya ve yazılar yazılmaya değer önemli bir tablodur.
Sıra Dışı Bir Ressam: William Turner
J. M. William Turner, genel olarak göz kamaştırıcı renklerle yaptığı manzara resimleriyle tanınır ve nesnelerin doğal görünümlerinden çok ışık ve renge önem verirdi. Tablolarının çoğunda kır ve deniz manzaralarını konu ediniyordu. Ressam, kariyerinin başlangıcında doğayı olduğu gibi tuvaline yansıtıyordu. Ancak ilerleyen süreçte nesnelerin doğal görünümleriyle daha az ilgilenmeye başlamıştı. Bu dönemde tablolarında canlı renkler ve bir ışık havuzunda titreşiyormuş duygusu veren görünümler göze çarpıyordu. Onun hakkında yazılanlara bakınca, daha önce gördüklerini basit taslakların yardımıyla, aylar sonra bile gerçekte olduğu gibi kusursuz bir biçimde tuvaline aktarabildiğini okuyoruz. Fransa ve İtalya’yı kapsayan gezilere çıkan Turner, bu dönemde resimde özellikle ışığın etkileri üzerinde çalıştı. Manzara resimlerini ayrıntılardan arındırmaya, saf renkler kullanmaya başladı. Özellikle turuncu, mor, sarı, mavi gibi parlak renkler kullanarak yoğun ve titreşimli bir ışık etkisi elde etti. Doğayı günün değişik saatlerine ve hava koşullarına göre değişen görüntüsüyle tuvaline aktararak İzlenimcilik Akımı’nın ilkelerini İzlenimciler’den çok daha önce uygulamış oldu.
Bir Trajedinin Belgesi
Meselenin tarihî gelişimini ve ressamın resim anlayışını anlattıktan sonra bu sıra dışı tablonun hikâyesinden ve özelliklerinden bahsedelim. Ustalık dönemi diyebileceğimiz bir zaman diliminde yaptığı “Köle Gemisi” tablosu Turner’ın resim anlayışının aslında bir özeti mahiyetindedir. Turner’ın tablolarına baktığınızda, “Köle Gemisi” tablosunu o dönemde yapabilecek tek ressamın yine kendisi olduğunu söylersek meseleyi abartmış olmayız.
Konusunu gerçek bir olaydan alan “Köle Gemisi” bir tablo olmanın ötesinde 19. yüzyılın en büyük sorunu olan köleliğe ve köle ticaretine sert eleştiri getiren bir başyapıt özelliği taşır. 1781 yılında, Afrika’dan Amerika kıtasına köle olarak getirilmesi planlanan siyahîlerin doldurulduğu Zong adlı gemi yaklaşık 500 insanın üst üste istiflenmesiyle hazır hale getirilmişti. Kendi topraklarından ve hayatlarından zorla koparılan bu insanların başında 15 gemi mürettebatı bulunuyordu. Ancak geminin büyüklüğüne göre toplam yolcu sayısı fazlaydı. Yolculuğun sonuna yaklaşıldığı zaman çıkan fırtına yüzünde gemi rotasında ilerleyemez duruma gelmişti. Rotayı kaybeden gemide içme suyu bitme noktasına gelince dehşet bir yola başvurdular. Geminin hem rotasına oturması hem de dengesinin sağlanması için yolculardan en değersiz olarak görülen kadın ve çocuk gurubu okyanusun azgın sularına atmak. Birbirine zincirlenerek azgın dalgaların arasına atılan insanlar köle olduğu için basit bir ticari mal olarak kabul ediliyordu. O dönemde ölen köleler için sigorta şirketleri meydana gelen zararları karşıladığı için kaptan ve mürettebat da hem sigortadan para almak hem de geminin güvenliğini sağlamak adına bu çözümü bulmuşlar ve tereddüt etmeden de uygulamışlardı.
Zong, güvenli bir şekilde kıyıya vardığında gemide toplam 200 köle bulunuyordu. Yani 300 siyahî okyanusun derinliklerine atılmıştı. Sigorta şirketinden para almak için kapıyı çalan kaptan, 300 köle kaybının telafi edilmesini isteyince rakamı çok bulan şirket bir araştırma yapar ve işin aslı böylece ortaya çıkar. Yargıya taşınan olay neticesinde geminin kaptanı ve mürettebatı yargılanır ancak ölenlerin ticari mal statüsünde olmaları nedeniyle ceza almazlar. Hem de gemide yeterli derecede su alma imkânı olmasına rağmen gereken suyu almadıkları bilindiği halde. Ancak olayın giderek büyümesi nedeniyle hem Amerika’da hem de İngiltere’de köle karşıtı hareketler güç kazanır ve 1807 yılında İngiltere’de köle ticareti yasaklanır.
Bir Trajedinin Tablosu
Okyanusun azgın sularına atılan yüzlerce insan… Kadın ve çocuklar… Kırmızı ve turuncudan başlayan bir renk cümbüşü ile karşı karşıyasınız. Klasik bir Turner tablosu ve manzara resmi diye düşünüyorsunuz ilk başta. Ancak tabloya yaklaştıkça gördüğünüz detaylar ve okumalar sizi ürpertmeye yetiyor. Kanınız donuyor, ruhunuz bedeninizden çekilmeye başlıyor sanki. Zaman ve mekân kavramıyla olan bağını kaybedenler için baştan alalım. Amerika’da Boston şehrinde, Boston Güzel Sanatlar Akademisi’ndesiniz. Döneminin en ünlü ressamlarından olan J. M. W. Turner’ın “Köle Gemisi” tablosu karşınızda. İnsan zihninin sınırlarını zorlayacak bir olay üzerine tuvalinin başına geçen ressam, belki de köle ticaretine en büyük darbeyi vuracağını bilmiyordu “Köle Gemisi” tablosunu yaparken.
Tabloya ilk olarak baktığımız zaman kırmızı ve turuncu renklerin oluşturduğu harika renk yelpazesi kullanıldığını fark ediyorsunuz önce. Sonra biraz daha yaklaşıp tuvaldeki detayları yakaladığınızda Zong gemisinde yaşanan trajedinin tüm inceliklerle karşınızda olduğunu fark edecek belki de kanınız donacak. Trajik bir ölümü konu alan tabloda gemiden kölelerin okyanusa atılışını ve sağ alt köşesinde vahşi bir balığı görürsünüz. Turner, bu vahşi balığın okyanusa atılan köleleri yediğini resmeder o küçük ayrıntıda. Bir ayak, bir bacak ve zincir gibi detay buradaki trajedinin kuvvetini arttırır. Bir diğer ayrıntı da resimde gördüğünüz altın sarısı renginde güneşin doğması. Ressam, bir yoruma göre bu detayla kölelerin gerçek hayatın zorluklarından ve adaletsizliklerinden kaçışını ve gerçek hayatta olmayan asıl sonsuz mutluluğa erişini anlatıyor. Resimde bedenlerin bazı bölümlerini görüyorsunuz. Dalgalar ve renkler dönüyor. Doğanın güzelliği ile insanoğlunun acımasız davranışı arasındaki tezat gözlerinizin önünde canlanıyor. Tuvalin sol tarafına baktığınızda, resmin geri kalanından çok farklı renkler kullanıldığını görüyorsunuz. Beyaz, mavi, mor ve gri… Resim bir yanıyla insanı hüzne boğarken bir yanıyla da geleceğe dair ümitler veriyor.
Davut Bayraklı
2 Yorum