Yazmak, bir inat ya da hırs işi değil, bir yetenek işidir. Ancak yazarın yeteneğini keşfetmesi için hırslı olması, inat etmesi gerekir. Dünya klasiği olarak kabul edilen eserler, masa başında belli bir sürede ve belli bir edebi akım çizgileri içinde yazılmış metinler değildir bana göre. Daha doğrusu yazının matematiği bu kadar basit değildir. Eğer her şey basit bir yazı matematiğiyle, belli kurallarla ilgili olsaydı o kuralları öğrenen herkes eline kâğıdı, kalemi alır ve bir dünya klasiği yazardı.
Bu meseleyi biraz daha açmak gerekirse bazı örnekler vererek konuyu daha anlaşılır kılabiliriz. Hem böylece dünya klasiği olmuş bazı eserlerin yazarlarının, yazı masasına geçmeden önce günlerini nasıl değerlendirdiğini de görmüş oluruz. Bu isimler arasında öyle kişiler vardır ki bulaşıkçılıktan boyacılığa, bakkalcılıktan kasap çıraklığına, oradan da fabrika işçiliğine kadar çok farklı işler yapmışlardır. Yani başarılı yazarların arkasında her zaman zengin bir baba, küresel bir şirket ya da dededen gelen bir miras olmuyor. O yüzden, bizim yazılarımızı okuyan okurlarımız, gelecekte çok başarılı bir yazar olmak için Mısır’da olmayan zengin dedesinin ölmesini ve kendisine deve yüküyle miras bırakmasını beklememeliler.
Gemi Bulaşıkçısı Maksim Gorki
Asıl adı Alekseyeviç Maksimoviç Peşkov olan Maksim Gorki, Rus edebiyatında sosyalist gerçekçi akımın öncülerinden kabul edilir. Özellikle “Ana” adlı romanı ile ismini duyduğumuz yazarın “Çocukluğum”, “Benim Üniversitelerim”, “Arkadaş”, “Ekmeğimi Kazanırken” gibi romanları ve biyografileri de vardır. 5 yaşında babasını kaybeden yazar, 11 yaşında annesinin evlenip taşınmasıyla öksüz kalır. Anneannesi ve büyükbabası tarafından büyütülen yazar, yalnızca birkaç ay okula gider. 8 yaşından itibaren çalışmaya başlar. Bu iş hayatı nedeniyle Rus işçi sınıfını yakından tanır ve eserlerinde onları gayet başarılı bir şekilde işler. Bir gemide bulaşıkçı olarak çalışır, bu esnada okumaya merak salar. Başarısız bir intihar girişiminden sonra farklı işlerde çalışmaya devam eder. Bu arada Rusya’yı keşfetmesine sebep olan büyük Rusya turuna çıkar. Buradan edindiği izlenimleri daha sonra eserlerinde büyük bir başarıyla kullanır. Eserlerinde görülen o güçlü betimlemelerin ve keskin gözlemci özelliğinin nedenini de anlamış oluruz. Kısacası Maksim Gorki’nin sahip olduğu büyük yazarlık altın tepsi içinde kendisine sunulmamıştı.
Boya Fabrikası İşçisi Charles Dickens
Tam adı Charles John Huffam Dickens olan İngiliz edebiyatının önemli isimlerinden Charles Dickens, unutulmaz kurgusal karakterlerden bazılarını üretmesinin yanında Victoria devrinin en iyi romancısı olarak kabul edilir. Yaşadığı sürede eserleri benzeri görülmemiş bir üne sahip oldu ve yirminci yüzyılda edebi dehası eleştirmenler ve ilgili kişiler tarafından kabul gördü. Romanları ve kısa öyküleri dünya çapında tanınmaya devam halen ediyor. Bu övgüleri biraz abartılı görsek de yazarın yeteneğini inkâr etmemiz mümkün değil. “İki Şehrin Hikâyesi” ve “Büyük Umutlar” romanlarıyla akıllarda yer eden yazarın hayatı, ününe bakılıp rahat içinde geçti sanılmamalı.
7 Şubat 1812 yılında İngiltere’nin Portsmouth şehrinde doğan Dickens için hayat, babasının borçları yüzünden hapishaneye düşmesi sonrasında zorlaşır. Yazar, bu talihsiz günlerde bir fabrikada çalışabilmek için okuldan ayrılmak zorunda kalır. Düzgün bir eğitim alamaz ve fakir düşer. Ancak bu durum, yazarın başarıya giden yolda en büyük yardımcısı olur. Yazarlık kariyeri boyunca yirmi yıllık bir süre içerisinde haftalık olarak çıkan bir gazeteyi yönettir, 15 roman, 5 uzun öykü, yüzlerce kısa öykü ve kurgu dışı makale yayınlayıp yorulmak nedir bilmeden çalışır. Çocuk hakları, eğitim ve diğer toplumsal konularda yenilikler için mücadele verir. Hayatının genel hatlarını böylece verdiğimiz yazar, 11 yaşında bir boya fabrikasında çalışmak zorunda kalır; 15 yaşında bir avukatın yanına girer; meraklı olduğu için boş zamanlarında stenografi öğrenir.
Bakkal Dükkânında Çırak Anton Çehov
Tam adı Anton Pavloviç Çehov olan yazar, modern kısa öykünün kurucularından birisi olarak kabul edilir. Bakkal sahibi bir babanın oğlu olarak dünyaya gelen Anton Çehov’un 1876 yılında babası iflas edince aile Moskova’ya taşınır. Ancak yazar ve bir ağabeyi ailesiyle gitmez ve lise eğitimine devam eder. Üç yıl boyunca, henüz çok genç olmasına karşın kendi hayatını kendi kazanır. Çocukluk yılları zor koşullar altında geçer. Hikâyelerinde çocuklara geniş yer vermesi ve hep hüzünlü, incinmiş çocukları anlatması birazda yaşadığı bu deneyime bağlanır. 1879’da liseyi bitiren yazar Moskova’ya gider ve Tıp fakültesine girerek doktor olur. Fakültede öğrenciyken ailenin geçimine katkıda bulunmak için çeşitli dergilerde yazılar yazar. Üniversiteyi bitirir bitirmez hekimliğe başlar. “Cerrahlık“, “Cansız Ceset“, “Kaçak” adlı hikâyelerini bu dönemde kaleme alır. Hekimlik çok vaktini aldığından yazmasına engel olur. Bu yüzden hekimlikten vazgeçer ve tamamen yazarlığa döner. Öykülerinde hekimliğinin izleri net bir şekilde görülür. Edebiyat eleştirmenleri, hikâyelerine bakarak onun Çarlık Rusya’sını anlatışını, bir doktorun hastalığı teşhis edişine benzetirler. Tolstoy, her ne kadar hikâyelerini ve karakterlerini beğenmese de hem yaşadığı dönemde hem de ölümünden sonra ünü gittikçe artar. Gerçi Tolstoy’a göre, Shakespeare de kötü bir yazardır ama Anton Çehov da ondan aşağı değildir. Bir gün kendisini ziyarete gelen yazara bu düşüncesini söylerken “Shakespeare kötü bir yazar, sen ondan da kötü bir yazarsın.” der.
Bir İstiridye Korsanı Jack Landon
Vahşetin Çağrısı, Martin Eden, Demir Ökçe, Beyaz Diş, Deniz Kurdu gibi elliden fazla kitabın yazarı olan Jack Landon işçi sınıfından gelen bir ailenin çocuğuydu. Dünya ticari dergi romanının öncüsü ve yazarlıktan yüksek gelir elde eden Amerikalıların ilklerinden olan yazar, bugünlere gelmeden önce çok ağır işlerde çalışmak zorunda kalmıştı. 1889 yılında Hickmott konserve fabrikasında günde 12-18 saat arasında çalışıyordu. Bu ağır iş koşullarından kurtulmak için çare ararken sütannesinden borç para alıp istiridye korsanı bile olmuştu. Daha sonra bir Hint keneviri fabrikasında ve bir sokak banliyö enerji fabrikasında işçi olarak çalışmıştı.
Çiftçi ve Bulaşıkçı Ernest Hemingway
Daha önceki yazılarımıza konuk ettiğimiz Ernest Hemingway de zorlu bir hayat yaşamıştı. “Çanlar Kimin için Çalıyor” kitabı ile tanınan yazar, daha lise yıllarında iken Birinci Dünya Savaşı devam ediyordu. ABD, Nisan 1917’de savaşa girince Ernest Hemingway orduya katılmak için başvurmuş ancak sol gözündeki bozukluktan dolayı kabul edilmemişti. 1917 sonlarına doğru Kızılhaç’ın gönüllü aldığını duyunca nasibini bir de burada denedi. Ocak 1918’de başvurusu kabul edilince Kızılhaç’ta ambulans şoförü olarak göreve alındı. 8 Haziran 1918’de birkaç adım ilerisinde patlayan bir Avusturya topu yüzünden ağır şekilde yaralandı. Savaştan sonra ABD’ye döndü, ailesinin iş bulması için yaptığı baskılara rağmen sakatlığından dolayı ordunun verdiği parayla bir yıl kadar işsiz olarak yaşamayı tercih etti. Bu süre zarfında da ünlü yazar, bulaşıkçılık ve çiftçilik yaptı.
Bir Duvar İşçisi John Steinbeck
Fareler ve İnsanlar, Gazap Üzümleri gibi romanlarıyla edebiyat dünyasında kendisine sağlam bir yer edinen Pulitzer ve Nobel Edebiyat ödülleri sahibi John Steinbeck, bir ırgat ailesi çocuğudur. Babası Prusyalı, annesi ise İrlandalı bir göçmendir. Küçük yaşlarında çiftçilik yapan yazar, 1920’den 1926 yılına kadar Stanford Üniversitesi’ne devam etti. O dönemlerde maddi durumu çok iyi değildi ve öğrenimini sürdürebilmek için farklı işlerde çalıştı. Eczacılıktan kapıcılığa, boyacılıktan duvarcılığa kadar farklı işleri denedi. Öğrenimini devam ettirebilmek için bu işlerin zorluklarına katlanıyordu ancak yine de eğitimini tamamlayamadı. Öğrenciyken başladığı yazı yazmayı hiçbir zaman bırakmadı. Çocukken yaptığı ırgatlık ve öğrencilik yıllarındaki işçilik ona deneyim kazandırmıştı. Eserlerinde işçilerin yaşamlarını gerçekçi bir dille anlattı ve bu anlatımda da gayet başarılı oldu. İlk romanlarından başlayarak hep işçileri, onların yaşam koşullarını ve ilişkilerini yazdı.
Yazarlar yıllarca mustarip oldukları hastalıklardan ya da kötü yaşam koşullarından kendilerine malzeme çıkararak acılarını edebiyata başarılı bir şekilde yansıttıklarında kalıcı eserler bırakıyorlar. Bunun güzel örneklerinden birisi de John Steinbeck. Yazar ilk kitabı olan Altın Kupa’da işçileri, yaşam koşullarını anlatırken Bitmeyen Kavga’da da yine tarım işçilerinin grevlerini ve greve önderlik eden iki ana karakteri anlatıyordu. En ünlü eserlerinden olan Fareler ve İnsanlar da ise iki göçmen işçinin arasında geçen garip ve karmaşık ilişkiyi okuyucunun önüne koyuyordu. Pulitzer ödülünü aldığı romanı Gazap Üzümleri ise konu olarak 1930’lu yıllarda Amerika’da kendisini güçlü bir şekilde hissettiren ekonomik krizi ve bu krizden etkilenen emekçi insanları anlatıyordu.
Sonuç olarak, eser üretmek için ne fakir olmak ne de zengin olmak bir ölçüdür. Yetenekli insanlar ister maddi koşullarını sağlamış olsun isterse bu koşullardan uzak olsun yazmaya başladıkları zaman disiplinli çalıştıkları sürece başarıyı yakalıyorlar. Bunun için günlük rutinleri ve en asgari çalışma koşulları yeterli oluyor. Çalışıp emek vermeden, alın teri dökmeden, sadece iyi bir kalem, iyi bir masa, dolgun bir maaş ya da yüklü bir mirasın getirdiği rahat bir yaşamla yazar olunmuyor. Bu şekilde yazar olunmadığı gibi kalıcı eserler de verilmiyor. Benim anladığım kadarıyla bu işin sırrı disiplinli çalışmakta ve yetenekte yatıyor. Kısacası yeteneğiniz varsa ve yaptığınız işe gereken hassasiyeti ve ciddiyeti gösteriyorsanız bir gün mutlaka başarılı olursunuz.
Davut Bayraklı