İspanyolların Amerika kıtasında gerçekleştirdiği işgal ve sömürü faaliyetleri tarih boyunca örtbas edilmiş ve bu sürecin şiddeti tarih kitaplarında “Coğrafi Keşifler” olarak hafifletilmiştir. 1492 yılında başlayan işgal, resmi tarihte “Coğrafi Keşifler” olarak adlandırılırken, bu süreci yürütenler “Büyük Kâşifler” olarak kahramanlaştırılmıştır. Ancak mevcut kaynaklar, gerçekte olanların bu anlatıdan çok farklı olduğunu ortaya koymaktadır. Amerika’nın yerli halklarına karşı yapılan zulüm, soykırım ve kültürel tahribat, İspanyolların “keşif” maskesi altında yürüttüğü acımasız bir sömürgeleştirme sürecinin ürünüdür. Bu süreç, milyonlarca yerlinin ölümüne, kültürlerinin yok olmasına ve kıtanın kaynaklarının acımasızca sömürülmesine yol açmıştır. Bu gerçekler göz önüne alındığında, “Coğrafi Keşifler” terimi özellikle ülkemizde, tarihsel olayların gerçek niteliğini örtmek için kullanılan bir eufemizm olarak değerlendirilir.
Keşif hareketleri yalnızca milyonlarca insanın katledilmesine ve kıtaların sömürülmesine yol açmakla kalmadı. Aynı zamanda Avrupa’nın tarihsel gelişimini hızlandırarak küresel tahakküm alanlarını genişletmesine de zemin hazırladı. Türk korkusu ve baskısının gittikçe Avrupa’yı baskılamasının doğal bir sonucuydu bu. Sıkışmışlığın neticesinde buldukları ilk fırsatta durumu tersine çevirmek için ne gerekiyorsa yapmaktan geri durmadılar. Bu süreçte, katledilen insanların acıları, çarpıtılmış bir tarih anlayışıyla görmezden gelinmiş ve Avrupa, Amerika kıtasında gerçekleştirdiği zulüm ve talanı meşrulaştırmanın yollarını aramaktan asla vazgeçmemiştir. Avrupa’nın bununla yüzleşmemek için bu durumu hasıraltı edişi gayet anlaşılır ancak Türk eğitim sisteminde hâlâ büyük bir ısrarla böyle aktarılıyor olmasını anlamak gerçekten zor.
Avrupa’nın kendisini tarih mahkemesinde aklamak için kullandığı en önemli araç, kavramlar üzerinden bir tarih algısı oluşturmaktır. “Coğrafi Keşifler” gibi terimler, Avrupa’nın işgal ve sömürü eylemlerini örtbas etmek için icat edilen kavramsal araçlardandır. Bugün “İnsan Hakları” kavramı da bu amaca hizmet edecek şekilde kullanılıyor. Ancak bu kavramların ardındaki tarihsel gerçeklik, Avrupa’nın sömürgecilik mirasıyla yüzleşmekten kaçındığının en büyük delilidir.
***
Avrupa’nın, bu süreçteki sorumluluğunu kabul etmesi ve hesaplaşabilmesi için Bartolome de Las Casas gibi isimler güçlü bir figürdür. Las Casas, İspanyol sömürgeciliğinin zulmünü eleştiren ve yerli halkların haklarını savunan bir din adamı olarak, Avrupa’nın sömürgecilik geçmişiyle hesaplaşması gereken ahlaki duruşu temsil etmesi bakımından önemlidir. İnsan hakları savunuculuğunun anlamlı bir örneği, Bartolome de Las Casas’ın mücadelesinde açıkça görülmektedir. Amerika’nın işgali sırasında adını sıkça duyuran bu Las Casas, 1484’te dünyaya gelir. Las Casas’ın Amerika macerası ise 1502 tarihinde başlar. Orada bulunduğu işgal sürecinde tarım, hayvancılık ve madencilik gibi alanlarda yerlilerin zorla çalıştırıldığı sistemin bir parçası olarak papazlık yapmıştır.
Samimi bir Hristiyan olarak bilinen Las Casas, Amerika’daki deneyimlerinden oldukça derinden etkilenmiş ve bir içsel dönüşüme uğramıştır. Bu duruma daha fazla kayıtsız kalamayacağının farkındadır. 1514’te yaşadığı manevi dönüşümün ağırlığına da dayanamayarak İspanya’ya geri dönme kararı alır. Bu dönüşüm, onun tarihte dikkate değer bir insan hakları savunucusu olarak anılmasını sağlayacak mücadelenin de başlangıcıdır.
Las Casas, İspanya’ya döndükten sonra, yerli halkların zulümden korunması için aktif bir şekilde çalışmaya başlar. İspanyol sömürgeciliğinin insanlık dışı uygulamalarını eleştiren güçlü bir ses haline gelir. Onun bu mücadelesi, dönemin politik ve dini baskılarına karşı verilen büyük bir ahlaki duruşu temsil eder. Bugün, Las Casas’ın bu insani çabaları, “İnsan Hakları” savunuculuğunun tarihsel kökenlerini anlamada önemli bir referans noktası olarak kabul edilir. Ancak sistemin yürütücüleri açısından durum öyle değildir. Bunun nedeni 1492 ile başlayan Endülüs ve Amerika işgallerinden elde ettikleri büyük kazanımlardır.
Mesela onun çabalarından biri de Papa III. Paul tarafından yayınlanan “Sublimis Deus” adlı fetvayla sonuçlanır. Bu fetva, Amerika yerlilerinin köleleştirilemeyeceği ve yalnızca barışçıl yollarla Hristiyanlaştırılabileceği fikrini içerir, ki bu, Las Casas’ın etkisiyle gerçekleşir. O, ayrıca encomienda sisteminin sahip olduğu ayrıcalıkların sona erdirilmesini de talep etmiştir. Bu sistem, yerli halkın sömürülmesini kurumsallaştıran bir yapıya sahipti ve Las Casas’ın baskısı ile 1542 yılında çıkarılan “Leyes Nuevas” (Yeni Yasalar) fermanıyla hükme bağlanmıştı. Ancak, bu yasalar işgalcileri ve onların İspanya ve Kilise çevrelerindeki destekçilerini rahatsız etmiş, bu nedenle hem fetva hem de ferman askıya alınmıştı. Bu gelişme, Las Casas’ın mücadelesinin ne denli zor ve tehlikeli bir yolda ilerlediğini gösterir. Zaten bu fetva ve fermanların ardından üzerindeki baskılar giderek artmaya başlayacaktır.
Las Casas işgal hakkındaki düşüncelerini açıklamaya başladığında, Juan Gines de Sepûlveda tarafından şiddetli bir muhalefetle karşılaştı. Las Casas’ın fikirlerini, karşı tezlerle çürütmeye çalıştı. Sepûlveda’nın tarihteki şöhreti de Las Casas’a olan muhalefetinden gelmektedir. İkisi de bu konu üzerinde kapsamlı düşünceler ortaya koyarak haklılıklarını ispat etmekte kararlıydı. Bu tartışmalar kısa sürede dikkat çekerek mahkeme tarafından da yakın takibe alındı. Dikkatle takip edilen tartışmalar mahkemede tarafların sırayla dinlenmesine neden olsa da bu konuda hiçbir netice alınamadı. Aslında mahkeme iki tarafı da haklı buluyordu fakat İspanyollar ellerine geçirdikleri büyük sömürge fırsatını ahlakî tavırlar karşısında harcamaktan yana değildi. Las Casas her şeye rağmen tartışmayı derinleştirmekten kaçınmayacağını, geri adım atmayacağını ifade ediyordu. Zaten bu süreç boyunca Amerika’da yaşanan olayların tüm yönlerini ayrıntılı bir şekilde yazdığı metinlerle de ortaya koymaya devam ediyordu.
Sepûlveda’nın tezleri Avrupa’nın yüzyıllarca süren tahakkümünün düşünsel arka planını oluşturması açısından dikkat çekicidir. Bildiğimiz hikâyelerden öteye geçmez. Amerika yerlilerinin “barbar” olduklarını ve İspanyolların onları yönetmek zorunda kaldıklarını savunan Sepûlveda, tezlerini dört gerekçe ile açıklıyordu. İlk gerekçe, yerlilerin “hayvani canlılar” olduğu ve İspanyolların onları yöneterek ehlileştirmesi gerektiği üzerine kuruludur. İkinci gerekçe, yerlilerin barbarca adetleri olmasından dolayı İspanyolların onları cezalandırması ve ıslah etmesi gerektiği şeklindedir. Üçüncü gerekçe, İspanyolların yerlileri ilahi kudrete uygun hale getirerek, putperestlikten kurtarmak yönündeydi. Dördüncü gerekçe ise İspanyol rahiplerin Hristiyan teolojisini yaymak için güvenlik içinde çalışabilmesinden ileri gelmekteydi.
Las Casas, bu tezlere karşı çıkarak, İspanyol sömürgeciliğinin altında yatan barbarlık iddiasının geçersiz olduğu hususunda önemli izahlarda bulundu. Ona göre, barbarlık, evrensel bir tanım kazanamayacak kadar yerel bir kavramdı ve hiçbir millet bir başkasını barbarlık ile suçlayamazdı. Bu açıdan yerli halkların insanlık dışı muameleye maruz kalmaması gerektiğini savundu. Sömürgeciliğin hiçbir şekilde haklı gösterilemeyeceğini, insanların topraklarından zorla çıkarılamayacağını ve doğal kaynakların sömürülemeyeceğini vurguladı. Ayrıca, haksız bir şekilde sömürgeleştirilen halkların haklarının iade edilmesi gerektiğini belirtti.
Las Casas, İspanyolların işgal politikasının temelindeki dini ve ahlaki argümanların yanlış olduğunu savundu; putperestlik ve insan kurban etmekle itham edilen halkların eğitim yoluyla bu durumdan kurtarılabileceğini dile getirdi. Tartışmalarının en önemli noktalarından biri de İspanyolların kendi tarihi boyunca barbar olarak adlandırdığı atalarının da aynı kategoride yer aldığını vurgulamasıydı.
Netice olarak tarih, insanın varoluşundan bu yana süregelen eşsiz bir yolculuktur. Ve bu yolculuk hayatımız boyunca bize rehberlik eder. Bugünün dünyasını şekillendiren teknik ilerlemelerin bilgisi, doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü ayırt etmemize olanak sağlar. Mutlak iyi olarak kabul ettiğimiz olaylar, bazen birçok kötülüğün ve zulmün kaynağı olabilir. Aynı şekilde, ilk bakışta kötü görünen gelişmeler, zamanla olumlu sonuçlar doğurabilir. Bu nedenle tarih bilgisi, hangi noktada durmamız gerektiğini belirlemede olmazsa olmaz bir alandır. Bunun en net ifadesi Las Casas’ın şu sözlerinde saklıdır:
“İspanyollar, önceki yüzyıllarda asla duymadıkları-bilmedikleri dünyanın yeni bir bölgesine, akıl almaz bir küstahlıkla yayılarak, orada yaşayan insanların kendi egemenlik iradelerine karşı çıkarak canavarca ve olağandışı suçlar işlediler. Binlerce insanı öldürdüler, köylerini yaktılar, hayvanlarını gasp ettiler, kentlerini yıktılar, hiçbir açıklanabilir ve makul gerekçesi olmaksızın bu yoksul insanlara karşı canavarca bir zulüm eşliğinde iğrenç suçlar işlediler. Bu tür hunhar, yırtıcı, zalim ve fesat insanların Tanrıya inandıkları ve Yerlilere iman aşıladıkları düşünülebilir mi?”
İbrahim Orhun Kaplan