“Anlaşılmak” gibi bir imkânsızın sevdasına düştüm. Derdim bu. Çırpınışım… Yazılarımın satır aralarında “beni anlayın” diye bağırıyorum. Sesimin, birilerinin sesine denk gelmesini istiyorum. Ama nafile… Herkes kendine dünya… Kendine âşık… Benim gibi… Bir simgeden ibaret olan kelimelerden medet ummak da benim günahım. Kelime işte, “yara” değil mi? Kimin yarası başkasına merhem olmuş ki, yazdıklarım anlaşılmasını istediğim gibi anlaşılsın! Ya da sustuklarımın…
Dünyaya karşı filtrelerimiz var. Hayatı, bu kişisel filtrelerimizden geçiriyoruz. Herkesin filtresi ise kendi tarihi ile oluşuyor. Yani öznel. Bu sebeple hayatı, yaşanılanları kendimize göre anlıyoruz. Ve bunun alternatifi yok. Bir zorunluluktan bahsediyorum. Her insanın kelimelere kendi anlam dünyasının gölgesinde bakmak zorunda olmasından… İradi körlükten…
Konuyu açayım. Her insan kendi aklıyla sınırlıdır. Dışarıdan aldığı herhangi bir bilgiyi öncelikle bu öznel akıl süzgecinden geçirir ve kendi anlayacağı bir hale dönüştürür. Evet insan bir dönüştürücüdür. Bilgileri asla olduğu haliyle alamaz, kendine uygun hale getirir. Yani indirger. O halde hangi kelime olursa olsun ya da kelimelerden müteşekkil cümle, insanla karşılaşınca bir değişime tabi tutulur. Geçmişimiz, hatıralarımız, akli seviyemiz nazarımızı (bakış açısı ve fikir dünyası) oluşturur. Her nazar ise kişinin aklıyla orantılıdır.
Konuşmanın, anlaşılamamanın bir sonucu olduğunu düşünüyorum. Sürekli söylediklerimizi açıklama gereği duymamız, burada şunu kastetmiştim dememiz açıkça anlaşmanın imkânsız olduğunu itiraf etmekten ibarettir. Aynı dili kullansak da âleme aynı yerden bakamıyoruz. Durduğumuz yer anlamımızı belirliyor. Sonra da tartışma başlıyor. Doğrularımız, başkalarının doğrularını dövmek için meydana atılıyor. Çünkü kendimizden çok eminiz! Haksız olabileceğimiz aklımıza gelmiyor.
Peki neden anlaşılmak istiyoruz? Bu soruya öncelikle her anlaşılmanın kendini ifade etme dolayısıyla varlığını hissetme ve kanıtlama olduğunu söyleyebilirim. Biz anlaşılmak isteriz çünkü anlaşılmak var olduğumuzu kanıtlar. Anlaşılmak, benliğin ifşasıdır. Var olmanın bir getirisidir. Biz, fark edildikçe mutlu oluruz. Bu sebeple hiçlik düşmanımızdır. Evlenip çocuklar yapmamızın bir sebebi de anlaşılma isteğinden doğan kendini görmek istemenin bir sonucudur. Çünkü her anne ve baba çocuklarında kendini görür. Çocuk, ölümsüzlüğe bir davetiyedir. Anlaşılma isteğinin ifadesidir. Fakat bu bir hülya! Anlaşılmak sadece bir ütopya… İnsan kendi dâhil hiçbir insanı anlayamaz demek istiyorum. Kendini anlayanlara “veli” dendiğini ve bu zatların sayısının çok az olduğunu düşündüğünüzde bana hak verebileceğinize inanıyorum.
Bilgi imkânlarımız ve idrak güçlerimiz sınırlı… Hatta hayallerimizin bile sınırından bahsedebiliriz. Bir nokta var, öteye geçemiyoruz. Ve bu noktanın varlığı bizi rahatsız ediyor. Bu sebeple tüm yetkinliğimizle var olmak ve sınırları düşünmek istemiyoruz. Elimizden, kendimizi onatmaktan başka bir şey gelmiyor. Buradayım işte diyoruz. Ölmedim. Nefeslerim dünyaya anlam katıyor. Ya da anlam kattığına inanmak istiyoruz. Beyhude bir uğraş olsa da bunu yapmak zorunda hissediyoruz kendimizi… Kendimizi kandırıyoruz.
Sonra bir Türkmen dervişine denk geliyoruz. Acaba diyoruz, paradigmamız mı yanlış. Sonra kitabın ortasından ses veriyor: “Bu bizim pazarımızda, yokluk olur müşteri / Geçtik bitmez sağınçtan, zamanı yağmaya verdik.”
Sulhi Ceylan
8 Yorum