Kalk ve Uyar

Sonbaharın en gri günleriydi.  Şehrin doğu ve batı mimarisi arasında kalmış dar sokaklarında saatlerce yalnız başına yürüdü. Kendini yorgun hissetmeye başladıktan sonra evine doğru ilerledi.

Yetmişli yıllardan kalma bir apartmanın çatı katında kalıyordu. Biran evvel odasına girmek, masasına oturmak istiyordu. Hiç âdeti olmadığı halde merdivenlerden hızlı adımlarla çıktı ve evine girdi. Kapıdan ilk adımını içeri attığında yüzünde bir tebessüm beliriverdi. Siyah paltosunu dökük vestiyere gelişigüzel fırlattıktan sonra tek pencereli, dar ve basık odasına çekildi. Küçük penceresinden her bakışında betonların arasından güçlükle görebildiği denizin bir kısmını, cama vuran yağmur damlalarının eşliğinde izledikten sonra ahşap masasının başına geçti.

Girdiği işlerde bir türlü dikiş tutturamamış, üniversite de dâhil olmak üzere birçok şeyi yarıda bırakmıştı. Dergilere gönderdiği yazı ve şiirlerin telifleri ile üç beş kuruş kazanarak yaşamaya çalışıyordu.

Hâlâ kokulu silgi ve not defterleri satan, sağına ve soluna lüks binalar yapıldığı için kuytu köşede kalmış, âdeta kapitalizme meydan okurcasına vakarlı bir edayla duran o kırtasiyeden aldığı seksenli yıllardan kalma, saman kâğıdı defteri masasının üzerine açtı ve yazmaya başladı:

Dünyanın bu kadar hızlı ilerlemesine rağmen benim neden bu kadar yavaş olduğumu anlayamıyorum. Televizyon izlemediğim, interneti yalnız ihtiyacım olduğunda kullandığım yahut hâlâ akıllı telefonumun olmadığı için olabilir mi, diye kendime soruyorum. Neden bu kadar dışardayım? Çemberin içinde yer almak konusunda bir direnişim yok fakat nedense yer alamıyorum. Peki, aidiyet yahut mensubiyet nedir?

Tenimden, cismimden, etimden, kemiğimden sıyrılmak istiyorum.

 “Ger kafayı karıncalar sarınca // Caiz midir karıncayı kırınca” deyince Ebu Suud Efendi’nin cevabını dört yüz yıl evvelden duyuyorum.

Ezberim hiç iyi değildir ama izlediğim bir filmin repliğini ikinci tekrarında hafızama almıştım, sanırım algıda seçiciliğimin zirvesindeydim. Elinde çantası, saçı başı dağınık bir adam sigara almak için geldiği bakkala şöyle soruyordu:

Hayat neden bu kadar zalim? İnsanlar… İnsanlar neden bu kadar zalim? Yaşamak neden bu kadar zor ve bu kadar güzel ve vazgeçilmez? 

Biliyor musun her tarafım kanıyor. Acılar içindeyim. Çürüyorum.

Lütfen bana söyler misiniz ne oldu? Bize ne oldu? Eskiden böyle değildi. Şimdi ne oldu? Neden insanların artık bir takım duygulara ve düşüncelere prim verecek zamanı yok. Neden bu kadar hızla koşuyorlar. Neden bir an bile olsa hayatın, insanın ve evrenin anlamı üzerine düşünmüyorlar?

Neden egom olmak zorunda? Neden onların arasında bencil olmak durumundayım? Neden var olabilmek için rekabet etmek zorundayım. Lütfen, lütfen bana yardım et. Bana hayatta yaşamanın sırrını söyle.

Neden ben hayatta yaşamayı beceremiyorum? Lütfen bana yardım et! Lütfen!

Adam yer yer arabeskleşse de çaresiz çığlığı içime işlemişti. Ben de öz anne ve babamı sanayi devriminde kaybetmiştim. Abimi emperyalizm, kardeşlerimi kapitalizm yemişti.  Bu dünyada üvey evlat olmanın sancısını iliklerime kadar hissediyorum. Ruhum ayaklarımdan çekilir gibi oluyor.

Ayaklarım hep üşüyor…

İyi ki iman etmişim!

Sıradanlığın rahatlığından âzade olan bedenim ve ruhum, ulvî kaygılar neticesiyle kâinat içinde nefes almakta güçlük çekiyor. Bir sınırım var biliyorum. Her şeyi yazamaz, her şeyi söyleyemem.

Orhan Veli, “Düşünme arzu et sade bak böceklerde öyle yapıyor” diyordu ama ben Samsa olamam!  İnsanım ben,  hazreti insanım.

O güzel şair neden canına kıydı onu da biliyorum.

Yazdıktan sonra kalemi bıraktı ve bir süre deftere öylece baktı. Vakti çıkmak üzere olan namazını kılmak için kalktı. Aldığı abdest, hastalık ateşine benzemeyen bir ateşle yanan vücudunu biraz olsun rahatlatmıştı.

Bütün dünyayı iki eliyle arkasına atarcasına durdu namaza. İlk rekâtta İnşirah suresini okudu. İkinci rekâtta Asr’a başladı. Kısa olan ilk ayeti okuduktan sonra ikinci ayete başlayamamıştı. Dili dönmüyor, okuyamıyor, boğazı düğümleniyor, hıçkırıyor fakat gözünden yaş gelmiyordu. Nabzı hızlanmış, abdest öncesi vücudunu saran ateş misliyle geri dönmüştü. Sanki büyük bir yangının ortasında kalmış da ateş etini değil ruhunu yakıyordu.

Dakikalarca hıçkırarak kilitlenmiş bir vaziyette öylece kaldı. Kaskatı kesilmişti. Her yer karanlığa bürünmüştü. Allah’ı şah damarında hissediyordu. Kendisi de farkında olmadan şunlar dökülüyordu gönlünün dilinden:

Son çığlığı duyuyorum. Ya Rab bu ne şiddetli bir azaptır? Sen varsın korku yok bilirim. Ama yine bilirim ki müminin kalbi hüzünlü olur. Hüznümün şiddetinden de sana sığınırım. Beni bu çağda yarattıysan, bu sürgünde yaşama kudretini de vermişsindir. Bana sonsuz kudretinden bir katre gönder.

Kalbinde bir ses, ürpertici ama inşirah veren:

“Yâ eyyuhel muddessir! Kum fe enzir!”

Raşit Ulaş Çetinkaya

DİĞER YAZILAR

9 Yorum

  • Hâzin , 29/11/2013

    sanıyordum ki, yalnız benim içime sinmiş yalnızlık …

  • Abdulkerim Kolat , 28/11/2013

    Eyvallah..

  • büşra'nın nişanlısı , 26/11/2013

    bakıyoruz:
    kırtasiye örneğiyle kapitalizm mesajı ( tamam)
    insanların varoluşsal olarak düşünmesi gerektiği mesajı ( tamam)
    herkesin hızlıca koştuğu oysa hakikat için vakfetmemiz yani durup düşünmemiz gerektiği mesajı( tamam)
    toplumda bir yer bulamama; normal insanlar gibi hiçbir şekilde yaşayamama (tamam)
    tebrikler! son 75 yılın en çok değinen konularını hiç fire vermeden “kendi tarzınızla özgün olarak” yazınızda işlemeyi başardınız ;) kaleminize kuvvet

    *yorum bizim işimiz, itinayla yorum yapılır, (mesleği devraldım.)

    • Talih Geylan , 27/11/2013

      bunlar son 75 yılın temaları değil. daha kırk elli yıl öncesine kadar köy romanı diye bir şey vardı. yetmişlerde köy hikayesi konuşuluyordu. bunalımlı islamcı öykücülerin 10 yıllık fantezisidir söylediğiniz temalar.

      ama raşit ulaş çetinkaya’nın ne bunlarla ne de yorumlarınızla bir ilgisi yoktur.

    • Furkan , 27/11/2013

      Darısı başınıza.

  • visal , 26/11/2013

    Bu yüreğime dokunmaktan da öte bir yazı olmuş..Belki de aynı duygunun yaşanmışlığının etkisidir bendeki…

  • çok utanıyorum söylerken ama , 26/11/2013

    böylesine muazzam bir yazıyı bir top dondurma görseliyle sunmanın hikmeti n’ola ki.

    • çok bilmiş , 26/11/2013

      Ah ah, adresini verirsen sana bir gözlük alıp göndereyim. Uzayda çekilmiş ve uyanışı anlatan bir fotoğrafı dondurmaya benzettin ya! tamam bilmiyorsun o halde Google sor. bak ben sordum ve öğrendim…

    • utanç içindeyim , 01/12/2013

      gün geçmiyor ki gugıl mağrifetlerine bir yenisini eklemesin. bilinç altıma da aşk olsun, sağlam sallamış…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir