Kalbi olanların dili yok, dili olanların kalbi yok. Yoksa bugün Türk şiiri ve nesri taş yürekleri eriten bir şey olurdu; bu devir bir taraftan ağrılarıyle, sızılarıyle, acılarıyle, ölümleriyle, mâtemleriyle, hasretleriyle bir taraftan da atılışlariyle, isyanlarıyle, ümidleriyle, emelleriyle, hârikalarıyle o kadar feyyâz bir devirdir. Büyük millet şerefli zamanlarında lisânını Yûnus Emre ve Süleyman Çelebi gibi, Fuzûli ve Bâkî gibi Nef’î ve Nedîm gibi, saz şairleri gibi öz oğullarına emânet etmişti; onlardan Allah’ın büyüklüğünü, Peygamberinin vasıflarını, kahramanlarının menkıbelerini, âşıklarının elemlerini, gençlerinin hevâ vü heveslerini, ihtiyarlarının düşüncelerini asırlarca dinledi. O şairler öldüler. Milletten emânet aldıkları lisânı keşke berâber götürselerdi, götürmediler; kâtiplere terkettiler.
Bu satırları yazdığım masanın üstünde üç kitap duruyor. Biri son üslûpta bir İstanbul romanı, biri bir gencin son usulde, küçücük bir şiir mecmûası, biri de Muhâcirîn Müdüriyyet-i Umûmiyyesi‘nin son günlerde neşrettiği siyah kaplı bir kitap. Romanı okumuş, mecmûaya göz gezdirmiştim, ikisini de zâten biliyordum. Siyah kaplı kitapla âşinâlığım birkaç günden beri. Elime alıp okudukça, gözlerim ateş karşısında gibi, hârelendi. Kaç defâ elimden bıraktım, lâkin pençesinden kurtulunmaz bir câzibesi var, tekrar aldım, nihayet sonuna kadar acı bir ilâcı içer gibi, okudum. Bu siyah cildin lisânı bu nâma lâyık bile değil, çetele gibi âdî bir târif vâsıtası, lâkin içinde bu âdî vâsıtayla, derme çatma bir kılıkta tasvîr edilmiş bir âlem var ki bütün bu devrin şiirini, nesrini, mûsikîsini, resmini canlandırabilir. Hem de zannedersem bu siyah ciltte bu milletin yalnız bir kısım ağrıları var!
Romanla şiir mecmûasının lisânı pürüzsüz, temiz, güzel, mâhirâne, hâsılı son edebî modanın numûnesi. İkisinin de mevzûları tamâmiyle millî; lâkin siyah ciltle aralarında bir uçurum var. Gûyâ aynı milletin değil, birbirinin yüzünü görmemiş, hattâ adını işitmemiş iki milletin hayatlarından bahsediyorlar. Romanla mecmûa, inanabilirsiniz, her türlü duygudan ârî, bir lisân dantelasıydı. Siyah kaplı kitap da her türlü lisan hünerinden ârî lâkin bakınca gözleri kamaştıran bir cehennemdi. Bu satırları başka bir mevzûda yazmak için oturmuştum. Masa üstünde gözüme ilişen bu üç kitabın komşuluğu beni bu hasbihâle sevketti. Dedim ki: Bu milletin mirasyedi oğulları, nesi var, nesi yok her şeyini aldıktan sonra, ıztırablarını söyleyecek lisânını da almışlar, kendi hevâ vü heveslerinde kullanıyorlar. Bir taraftan lisan hebâ oluyor, bir taraftan da ıztırabların sesi kısık. Ne o kuru lisandan bir edebiyat vücûda gelebiliyor, ne de bu lisansız ıztırablardan. Lâkin o lisanla bu mevzû bir şair kalbinde kaynaşabilseydiler özlediğimiz şiiri dinlerdik!
Yahya Kemal Beyatlı