Celâl Sahir bir dönemin idölüdür; Edebiyyât-ı Cedîde’nin ve Fecr-i Âtî’nin Elvis Presley’i, milli edebiyat hareketinin Ayhan Işık’ıdır. Beyoğlu’nda dolaşırken “menevişli lacivert gözler”inin tesadüf ettiği gençkızların heyecandan bacaklarını titreten bir idöl… Devran döner, gün batar ve şair, mütareke devrinin zor şartlarında ayakta kalabilmek için ticaret yapmağa karar verir. İttihadçıların desteğinde “imtiyazlı ve himayeli” bir komisyoncu olur; Makulyan Han’ının üst katında bir büro açar. O zamana kadarki edebiyat tarihimiz, hele şiirimizin tarihi böyle bir “ayıpla mâlûl” olmadığından, Sâhir gibi bir paşa-zâdenin vagon ticaretine başlaması, şiir yerine şekerin, unun rayicini düşünmeye başlaması büyük tepki toplar ve alay konusu yapılır. Süleyman Nazif’in bir “şâir-i mâhir”in bu yola düşmesini hazmedemeyerek onu “şâir-i tâcir” diye sarakaya aldığını duyarız. Peşinden, Yusuf Ziya edipleri sıraladığı bir şiirinde “şair” ile “tacir”i kafiye yapar (“Zamâne Hâli, Akbaba, Nu, 30, 19 Mart 1339):
Hele bizim Celâl Sahir
Hem nâsirdir hem de şair
Harp içinde oldu tacir
Şimdi kayıp yaramazdır
Derken, meşhur heccav Halil Nihad’ın 7 Şubat 1340 (1924) tarihli “Na’t-ı Şerif”indeki (Âyine-i Devran, İst., 1342, s.7)
Diyormuş Sâhir-i tâcir perî-i şi’ri gördükte
Ticaret yâ resûlullah ticaret yâ resûlullah
Mısralarını okuruz. Peşinden, Şükûfe Nihâl’in yine 1340 tarihini taşıyan “Kaybolmuş Şair” hikâyesi gözümüze ilişir. (Tevekkülün Cezası, İst., 1928, s. 99-106). Şükûfe Nihâl hakkında bir monografi yayımlayan Hülya Argunşah, bu hikâyeyi “şairleri şiirlerinin gölgesinde düşünüp tahayyül etmenin yanlışlığıyla ilgili intibalar”dan ibaret saydığına göre, konunun Celâl Sahir’le bağlantısını kuramamış olmalı (Bir Cumhuriyet Kadını Şükûfe Nihal, Ank., 2002, s. 304). Oysa, döneminde bu hikâyeyi ele alan her dikkatli okurun, metinde dizi dizi noktalarla geçiştirilen yerlere “Celâl Sahir” adını yazdığından eminim.
Hikâyenin anlatıcısı Suad Hanım (Şukûfe Nihâl’in ta kendisidir), ondört yaşından beri hayran olduğu, şiirlerini okuyabilmek için bütün edebî periyodiklere abone olmaya çalıştığı şairi gözünde çok yüceltmiştir. “Bir de arkadan başını, saçlarını gösteren bir fotografını” görmüş ve “böyle arkadan siyah, uzun bir saç kümesi altındaki baş”ın ön tarafını “hulyâlı, gamlı” gözlerini merak ermiştir (şair kadar meşhur olan bu pozdan bahseden satırları okuyup da Celâl Sâhir’i tahmin edememek mümkün değil). Bir zaman sonra, şairin evindeki Arap aşçı kadın yanında çalışmaya başlayınca, Suad Hanım merakını tatmin için iyi bir fırsat bulur; lâkin, duydukları şeyler inanılacak gibi değildir. Uyandığında, gecelik entarisiyle bahçedeki ağaca tırmanıp erik yiyen, yatarken saçlarına sürdüğü “pomada”yla yatağı yorganı batıran, evdeki misafirlerden hizmetkârlara kadar her kadını sıkıştırmağa ve tacize çalışan bu adamla o “lâhûtî şair” arasında hiçbir benzerlik bulamaz. Aradan yıllar geçer ve Suad Hanım bir tüccarla evlenir. Bir akşam, kocasının ısrarı ile şairin evine uğrarlar ve orada “kalınlaşmış vücudu, ciddileşmiş, durgunlaşmış gözleri ve pişkin tavırlarıyle” hayâllerini yıkan bir adam bulur. Suad Hanım sözü şiire, edebiyata getirmeğe çalıştıkça o konuyu kısa kesmekte ve kocasıyle “pirinç, un meseleleri hakkında yeni bir mübahaseye” girişmektedir. Kadın bu sohbete bakar ve hükmünü verir: “Ben muhayyilemdeki şairi artık ebediyyen kaybetmiştim.”
Allah’tan ki, Celâl Sâhir ticareti çabuk bırakır da daha fazla hanım hayran kaybetmez.
M. Kayahan Özgül
(Kaynak: Seke Seke Ben Geldim – Sekmeler I, M. Kayahan Özgül, Hece Yayınları, Ankara, 1. Baskı, 2018, Sayfa: 186-188.)
1 Yorum