Gece yarısı, yazı yazmak için masanın başına geçtiğim zaman, bu saatlerde yazmanın imkânsız olduğunu düşünen yazarların aslında haksız oldukları kanaatini uyandırmak isteği içime doğuyor. Neden böyle bir şey düşünüyorum diye kendime sorduğum zaman verdiğim cevaplar beni tatmin etse de başkalarını tatmin etmeyebilir. Sonuç olarak her yazar günün belli bir saatini kendine ayırabilir ya da en üretken olduğu zaman dilimini farklı saatlerde bulabilir. Ben, gece yazdığım zaman zihnimin daha berrak olduğunu düşünürüm. Düşüncelerimi kâğıda dökerken, beni dış etkenlerin rahatsız etme olasılığını ortadan kaldırdığı için gece yarısına yöneliyorum belki de. Ancak sabahın ilk ışıklarıyla çalışan, gün ışığını görmeden yazmanın imkânsız olduğuna inanan yazarlar da var elbette.
Yazmak İçin Mekânı Kurgulamak
Yazar, yazıya başlamadan önce dış ortamı nasıl kurguluyorsa masasında bulunan nesneleri ya da fikirleri de aynı şekilde kurguluyor. İşçi tulumu giyip yazı yazmaya başlayan bir yazardan, renkli kalemler kullanan, renkli kâğıtlar olmadan yazamayacağını düşünen yazara kadar çok farklı dış kurgu türüyle karşılaşıyoruz. Peki, tüm bunlar neden yapılıyor? Yazarın iç dünyası ne halde ki dış ortamı, dış dünyayı böyle kurgulama ihtiyacı hissediyor dersiniz?
Bir eser üretirken, ortaya değerli bir ürün çıkarırken hem bedenen hem de ruhen bir bütünlük içinde olma hissiyle ya da kendisini işine daha konsantre hale getirecek bir ruh haliyle yapıldığını düşündüğüm bu durum aslında çok da izaha muhtaç değildir. Yani, “yazar öyle istiyor, öyle yazabiliyor ve onun için bunu yapıyor” diyerek meseleyi kapatabiliriz. Ama ben yine de yazarın masasına göz atmakta, yazmadan hemen önceki haline ve yazı masasına bakmakta fayda görüyorum.
Korku ve İlgi Arasındaki Bağ
ABD’li gerilim romanı ve hikâye yazarı Stephen King korktuğu hiçbir şey olmadığını söylemesine karşın, okuyucusunu korkutmak için elinden geleni (belki de kaleminden demeliyim!) yapan bir yazardır. Türkçeye 59 kitabı çevrilen King, insanların genel olarak korktukları şeyin ilgisini çeken şeyler olduklarını tespit ederek bu alanda yazmaya başlamış. King, yazmak için bir çalışma masası olursa iyi olur diyerek, beklentilerini çok yüksek tutmadığını ima ediyor bize. Benim dikkatimi çeken nokta ise sürekli yer değiştirmek zorunda kalmamak için rahat bir sandalyeye ve etrafın yeterince aydınlık olmasına ihtiyaç duyuyor olması. Gerilim ve korku yazarı olduğu için Stephen King’in, dolunaylı bir gecede yazmaya başladığını, yazı masasında kurukafa, kemik, farklı korku malzemeleri tuttuğunu düşünürdüm oysa. Neticede gerilim tarafı olan bir ortam olacak ki eserinde korku ögelerini daha rahat işleyecek ya da yazacak sanırdım. Ama durum benim düşündüğümün tam aksineymiş.
King, yazı yazdığınız mekânın bütün dünyadan kaçıp saklanılan bir sığınak olması gerektiğine inanıyor. Dış dünyadan kendisini soyutladığını anladığım yazar “Yeşil Yol” ve “Esaretin Bedeli” gibi dünyada ses getiren yapıtları demek ki böylesi bir ortamda ve gerçekten de sade diyebileceğimiz bir yazı masasında yazmış.
Gün Işığıyla Yazmak
King’in sade bir çalışma ortamında yazma eğilimine karşı Truman Capote’nin yatağa uzanmadan ya da koltukta gevşemeden yazamaması geliyor aklıma. Capote, uğursuz rakam takıntısı olan, iki rahibeyle aynı anda uçağa binmeyen bir adamdır. Yazı masasına geçtiğinde resim veya müzikte olduğu gibi ışık ve gölgeyle ilgili perspektif yasaları olan yazar, daktilo kullanmayı kesinlikle kabul etmezdi. İlk nüshaları kurşun kalemle yazar, sonra hepsini hiç üşenmeden el yazısıyla elden geçirirdi.
King, masasını ve odasını kendi yazabileceği bir ortama dönüştürürken sadelikten ve dış dünyadan soyutlamadan yana bir tavır alarak yapıyor. Yazmak için gün ışığına ihtiyaç duyuyor. Capote ise batıl inançlarının ışığında yürüyerek yazı masasını ve yazı ortamını oluşturuyor. Ama bu isimlerin ortak noktası dış dünyadan soyutlanma halidir. Hayatın hareketliliği içinde yazmanın ne kadar zor olduğunu da buradan anlayabiliriz. Belki de bu sebepten ya günün ilk saatlerini ya da gecenin yarısını bekliyorlar.
İlk Paragraf İçin Harcanan Aylar
Kolombiyalı ünlü hikâye ve roman yazarı Gabriel Garcia Marquez de sabah erkenden yazı masasına oturan bir isim. Sabah başladığı yazı çalışmalarını öğlene kadar sürdürüyor. Marquez, bazen ilk paragraf için aylarını harcadığını söylüyor. Bence de bir roman ya da hikâyenin en önemli yeri ilk paragrafıdır. Çünkü o ilk paragraf okurun kitaba tutunmak için attığı eldir. Okur, ilk paragraf üzerinden kitabı okuyup okumayacağına karar verir. O satırlardan haz alırsa kitaba daha bir iştahla sarılır; daha ilk satırlarda kitap okuru içine çekmezse gerisi için olumsuz bir önyargı hemen zihninizde beliriverir. Tabiî bunlar benim şahsi düşüncelerim, tam aksini iddia edenler de çıkabilir. (Çıkmasa iyi olur ama!)
Şöhret ve Yazar
Marquez, şöhretli bir yazar olarak şöhretin yazara zarar verdiğine inanırdı. Şöhretin olumsuz yanlarını üzerinden atmak ve daha iyi yazabilmek için sabah dokuzdan öğleden sonra iki hatta üçe kadar yazı masasında oturduğu olurdu. Bütün bu çalışmanın nedeni de, dediğimiz gibi o ilk paragrafı yazmak için. Eğer istediği gibi ilk paragraf yazdıysa yazının gerisinin çok kolay geldiğini düşünürdü.
“Benim için ilk paragraf, kitabın gerisinin nasıl olacağını gösteren bir fragman gibi”dir diyen Marquez, yazarlığı marangozluğa benzetiyor ve her ikisinde de çok çalışmak gerektiğini söylüyor. Bir yazı yazmanın, bir masa yapmak kadar zor olduğunu düşünen yazar, iki durumda da elimizdeki malzemenin gerçek, ahşap kadar sert, işlemesi zor bir malzeme olduğunu düşünüyor. Her ikisinde de küçük numaralar ve teknik bilmek gerektiğine, disiplinli olmadıkça okumaya değer bir kitap yazılamayacağına inanan Marquez, yazı masasını ve odasını bu gerçeklere göre kurguluyor.
Davut Bayraklı
2 Yorum