Rus edebiyatının zirve ismi Tolstoy, yaşı ilerledikçe psikolojisi bozulan bir adamdı. (Belki de onun yaşadığı bir bozulmadan ziyade kendini arama, bulma çabasıydı, kim bilir.) Kendi kendini depresyona sokan bu biçare adam, varlıklı olmasına rağmen ilerleyen yaşında münzevi bir hayatı tercih etmişti. Bir yandan da edebi başarısını takıntıya dönüştürüyordu. İntihar için yeterli cesareti de yoktu ve bu nedenle kendisini kınıyordu. “İvan İlyiç’in Ölümü” adlı eseri bu noktada bize bazı ipuçları verir. Yazar, kurguladığı İvan İlyiç karakteri üzerinden ölümü, hayatı ve aile olgusunu sorgular. Eserin en can alıcı noktası olan İvan İlyiç’in takıntılarını önümüze koyar. Okurun masasında duran bu eser, oraya gelmeden önce yazarın masasında pişmiş ama nasıl? Tolstoy, İvan İlyiç’in sıradan bir kazayla ölüme giden o takıntılı sürecini anlatırken kendi hayatına ait neler düşündü bilmiyorum. Ama doksanına yaklaşan bir adam olarak evden kaçması, bir tren istasyonunda İstanbul’a doğru gelirken zatürreden ölmesi hangi Tolstoy sevenini üzmez ki?
Bu dediklerimi tam kanıksamadıysan Halil Cibran’ın Mey Ziyade’ye yazdığı mektupları tekrar okumanızı öneririm. Ya da Mihail Nuayme’nin “Kendini Arayan Adam: Arkaş’ın Günlüğü” kitabına yeniden dönebilirsiniz. Bir yazarın, bir karakter oluşturup ölüm üzerine söyleşilerine denk geleceksin o satırlarda. “Hayat, ölüm, korku, yalnızlık, hiç olmak” ne anlam taşır bir başka insan için? Mihail Nuayme’nin anlattıkları, bu sorulara verdiği cevaplar bizi çok etkilemeyebilir. Ancak neticede bir yazarın kendisiyle konuştuğu iç sesi, yine de duymaya değerdir zannımca.
Necip Fazıl’ın Paslı Çivisi
“Babıâli” isimli eserinde Trabzon’da çalıştığı bir dönemi anlatır Necip Fazıl. Birkaç aylık bu kısa dönemde bir otel odasında kalan üstadın bir gün eline paslı bir çivi batar. Vehimlerle başı hiç de hoş olmayan üstat, sabaha kadar küçük paslı bir çivinin neden olduğu kesik yüzünden vehimlerden vehimlere sürüklenir. Ölüm fikri, elinden tüm bedenine doğru yayılmaya başlar. Zaten eserlerinde en çok sorguladığı, kurcaladığı şeylerden birisi ölümdür. Belki “Reisbey” ve “Bir Adam Yaratmak” isimli tiyatrolarını bu gözle yeniden okursak meseleyi daha iyi kavrayabiliriz. Çünkü anlattığım bu olay üstadın gençliğinde cereyan etmişti. Daha o zamanlarda vehimlerden yakasını kurtaramayan Necip Fazıl, sonraki süreçte ürettiği eserlerde bu durumu bir tema olarak kullanmıştı. “Aynadaki Yalan” romanında, “Çile” kitabındaki “Otel Odaları” gibi şiirlerinde de bu temayı görebiliriz. Bahsettiğimiz tüm eserlerinde vehim, insanı olmaza sürükleyen, bunalımını daha derinlere indiren bir kezzap gibi çıkmaz okurun karşısına. Tam aksine bu evhamlardan sıyrılır roman ve tiyatrolarındaki karakterler. Onlar sıyrılırken bize de nasıl kurtulmamız gerektiğinin ipuçlarını verirler. Yazar bazı zaafları kendi masasında yener (Belki de bu yenme bir gerekliliktir, mutlaka olmalıdır.) ve okurun masasına eser olarak gelen metinde okurunu girdaba sokmadığı gibi içinde bulunduğu bir girdap varsa oradan nasıl çıkacağının da yolunu gösterir. John Fante ya da Charles Bukovski gibi içine düştüğü kuyuya sizi çeken, bunu başaran yazar bence tercih edilmesi gereken kişi değildir. “Ben, tarifi imkânsız acılar yaşıyorum. Yazdığım metinleri üretirken masamın üzerinde her daim bu acılar ve bu acılı hayat duruyor. Gel, sen de bu hayata karış, bunları yaşa” diyen bir yazarı ya hiç okumamalı ya da belli bir eşiğe kadar bu okumaları yapmamalı.
Ah Veronika
Paulo Chelho, “Veronika Ölmek İstiyor” isimli romanında başarısız bir intihar girişimi sonrasında akıl hastanesine düşen bir genç kadın karakteri üzerinden kendi yaşamını sorgular ve sonunda bir muammanın içinde kalır. Gerçek hayatta yazar, akıl hastanesine gider ve birkaç yılını doktorları deli olmadığına, tam aksine büyük bir yazar olmak istediğine inandırmakla geçirir. Siz, masanızda bekleyen bu metni okuduğunuzda eğer Veronika gibi yaparsanız yazarı anlamamışsınız demektir. Eğer anladığınız şey doğruysa o zaman da yazar, ne yazması ve nasıl yazması gerektiği konusunda oturup tekrar düşünmeli. Dediğim gibi, kendi travmalarını, okurun da travma geçirmesi için anlatmak, bunun üzerinden edebiyat yapmak, banka soyan soyguncuları soymak gibidir ve bunun ahlâkî bir açıklaması yoktur. “Ben hırsızdan çaldım, o yüzden benim yaptığım şey tam olarak hırsızlık sayılmaz.” mantığına giren yazarı meşe ağacından yapılmış sopayla dövmenin gerekliliğine bu yüzden inanırım ben, sevgili okur.
Yazarı Vuran Çağın Buhranı mı?
Yazarların eserleriyle hayatları arasında ilişki kurmak her zaman yaptığım bir şey değil. Beşir Fuad’ın 35 yaşında bileklerini kesmesi ve bunu bir deney havası içinde yapması pozitivist bir kafa yapısıyla açıklanabilir mi bilmem. Onun ya da “Adem Kasidesi” ile bildiğimiz Sadullah Paşa’nın yazdıkları ve yaşadıkları arasında nasıl bir paralellik var çok bilmiyorum. Yazdıklarını yaşamadıklarına göre yaşadıklarını yazan bu insanların yazı masası bir ölçüde önemlidir kanımca. Neticede 18 ve 19. yüzyılların bunalımlarını yaşayan yazarlar, kendi çağına şahitlik etmiş isimlerdir. Onlardan gelen metinlerin ve şiirlerin alt katmanlarına inmek istiyorsak sadece çağın bunalımlarını değil, yazarın masasını da bilmek lâzım.
Çözümler Çözülmelerin İşareti midir?
Edebiyat tarihi dediğimiz zaman biraz da yazarların kendi kişisel hayat tarihlerinden bahsediyoruz aslında. Eser ve yazar ilişkisini zaman zaman sorguladığımız bu yazılarda çözümleme yapmayı düşünmememizin bir nedeni de çözümleme yapmanın bizi bir nevi metinden, yazardan uzağa düşürmesi ve beraberinde hiç istemediğimiz bir sonuca varma riskidir. Yazarın kaleme aldığı eser ve eserin yazıldığı dönem, dönemim koşulları hatta yazarın o anki kendi gerçekliği metnin alt katmanlarına inmek için bize belli bir ipucu verecektir. Ancak her şey bir matematik düzen içinde işlemez. En azından edebiyat ve sanatta, metne ve esere determinist bir yaklaşımın doğru olduğuna inanmıyorum. O nedenle yazar ve eser hakkında var olan bilgileri bilmek, bu bilgilerle metne/esere yaklaşmak, her şeyin anahtarı, her sorunun çözümü gibi görülmemelidir. Bu durum bir anahtardır evet, ama her anahtar da her kapıyı açmaz, bunu da unutmamalıyız.
Peki, bu yazıda anlattığımız yazarlarda ve eserlerdeki kurgusal karakterlerde görülen hastalıkları neden okura sunduk? Yazarın oluşturduğu metni anlamaya, değerlendirmeye çalışırken yazar-metin arasında bir ilişi olup olmadığını göstermek istedik. Bazı yazarlar ve eserler arasında bu ilişki çok canlı olarak var olsa da, bu bilgi bize hastalıklarımızdan yola çıkarak eser üretme fikrini vermez. Her insanın gerçeği ve yeteneği farklıdır. Tolstoy, Dostoyevski ya da Necip Fazıl gibi ismini zikrettiğimiz diğer yazarlar kendi çevrelerinden ve gerçeklerinden yola çıkarak eser vermişlerdi. Yaşadıkları hastalıklar, iç bunalımlar, maddi, manevi sorunlar onların zaten kendilerinde olan yazma aşkını/yeteneğini tetikleyen unsurlar olmuştur.
Yani demem o ki sevgili okur; eğer sende, bir konuda yetenek mevcut ise bir şekilde o yeteneğin ortaya çıkacaktır. Ama hastalıklar ama taşıdığın ruh burkuntusu buna sebep olabilir. Kaldı ki yazma yeteneğinin ortaya çıkması için illa hasta olmak ya da bazı vehimlere sahip olmak diye bir şey de yoktur. Her yazara potansiyel hasta ve psikopat gözüyle de bakamayız. Bazen gayet sağlıklı birisini içinde yaşadığı dönemin sosyal olayları harekete geçirebilir, bazen bir duygusal kırılma, bazen de sadece ilham…
Neticede yazmak için gerekli olan çalışma, okuma, bıkmadan usanmadan yazmak ve yazı/metin üzerinde devamlı odaklanma ilk karşılaştığımız sorunları çözmeye yeter. Gerisi mi? Gerisini sonra düşünmek daha iyi olur kanaatimce. Merdivenleri tek tek inersen başarırsın, üçer beşer atlarsan düşersin. Yazıda da en kusurlu tavır yeterince hazırlanmadan, hızlı ve aceleci bir kafayla yazmaktır, bunu unutmamak lâzım.
Davut Bayraklı