Ruhlar âleminde yankılanan ‘Belâ’nın imtihan diyarına göç vakti gelince, bir ruh daha acziyetin bedenine bürünür. Ölmeye yazgılanmış bir hayat yağar ve etraf toprak kokar. Sırtında boş heybesi, cebinde vicdan pusulası, ayaklarında nefis takunyası, sırtında kader hırkası, belinde irade kamçısıyla şaşkın bir beşer çıkar sahneye. Ezan fısıldanır kulağına, mahşerde seslenilecek isimlere bir yenisi eklenir. Süzülmüş çamurun eşref-ül mahlûkata tahvil edilmiş halinin dünyayla imtihanının miladıdır bu.
Evet, milat vardı ortada, insan olmak için bir ilk adımdı. Biz bir zamanlar insandık. Bir zamanlar diyorum çünkü yolda bir tümsekte tökezleyince çantanın açık gözünden düşen bir anahtarlık gibi yitirdik, zamanın bir yerinde bir virajdan dönerken savrulan insanlığımızı. Tabiî emin değilim. Öyle olmalı diyorum. Bir zamanlar insanlığı olan insanlar olmalıyız. Yoksa dile düşen ‘insanlık’ kelimesi kanayan bir yara ya da eksik bir yan hissi uyandırmaz, sadece yapım eki konusunu işlerken verilebilecek bir misal olurdu bizim için. Hatta içine insan konulan gereci anımsatma ihtimali bile vardı. Öyle değilse ki ben öyle olmadığını ümit ediyorum, kayıp bir kavramla karşı karşıyayız.
Aramaya başlasak buluruz gibi. Hâlâ hatırlarda olabildiğine göre fazla uzaklaşmış olamaz. Geçenlerde, aç iki çocuğu paraları yok diye lokantasından kovan üstün tacir kafalı amcaya haddini bildiren teyzem bahsetmişti ondan. Dün de bir haberde okumuştum sanki. İkisi de aynı şekilde anıyorlardı adını. ‘İnsanlık öldü’ diyorlardı. Baksana, kaybolmamış, ölmüş bizimki. Artık soran olursa adres ‘Ölen Değerler Mezarlığı’. Ben mezarlığın adının ‘Öldürülüp Tarihe Gömülen Değerlerin Ebedi İstirahat Âlemi’ olarak değiştirilmesi için başvuracağım. Gerçi uzun olduğundan tabelaya sığmayacağı için kabul etmemeleri muhtemel ama kırmazlar herhalde. E insanlık öldü mü gözüm? Ah evet ölmüştü değil mi? Hay aksi! Gıyabında cenaze namazı kılınması için girişimlerde bulunmaya başladım ama ‘iyi bilirdik’ faslı için pek yüzümüz olmayacak gibi. Zinhar, bilemedik ne kendisini ne kıymetini.
İnsan en gelişmiş canlıydı. En şerefliydi. Vazifesi kulluktu. İnsdi. Nasdı. Âdem’di. Âlemin küçüğüydü. Bazısı peygamber oldu; kuyu boğmadı, ateş yakmadı. Bazısı derviş oldu, sabretti muradına erdi. Bazısı diktatör oldu devrildi, bazısı halk oldu ezildi. Bazısı muma pervane oldu, yandı. Bazısı kalbine duvar ördü, gözü görmesine rağmen kalben kördü.
Bize vali olmaktan evvel adam olmamız tembihlenirdi. İnsanlığını muhafaza edip etmemekti adamlığın ölçütü. Yeryüzündeki halifeye yaraşan düşüncelerdi insanlık, bu düşüncelerin fiiliyata geçmesiydi; insana saygınlık kazandıran bir özdü, gerekliliğini inanan inanmayan herkesin bildiğiydi. Vicdan da insanlığın kardeşiydi.
Öyle ki vicdan uyuyakalınca, onu uyandırmaya kıyamayan insanlık da vicdanı uyuyan bir toplumun sokaklarında gezinirken gördükleri karşısında kahrolup, gidip kendisi için kazılan mezara yatmıştır da biz ona öldü diyoruzdur. Ölüm öyküsü bu kadardır ya da daha fazla. Olay böyledir ya da değil. Bilinmez. Fakat vaziyet ortada.
Enaniyetimiz soba borusu olmuş. Sanırsınız hepimiz her konuda en iyi olmak için gelmişiz dünyaya. Diğerlerine tepeden bakmaya bayılıyoruz. Sanırım gökdelenleri yapmaya başlamamızda bu da etken. Tembellik diz boyu fakat iki dakikamızı sabretmeye ayıramıyoruz. Sabreden dervişleri bile sabretmekten geberir hâle getirdik.
Vicdanımızı sızlatma ihtimali olan durumlara algımızı o kadar iyi kapatıyoruz ki duyarsızlığımız artık teknolojiyle yarışır derecede. Toplumdan kulaklıklarla soyutlanma âdeti de bu halimizin bir meyvesi olsa gerek. Yatlar, katlar dizen dilencilerle dolu olduğundan caddelerimiz; gerçekten yardıma muhtaç insanlar da gitgide çapı artan duyarsızlık çemberimize dâhil oldular.
Para artık dilimizin yerine geçmeye başladı, parası olan konuşuyor. Meretin kirine nereden nasıl bulaşsak derdindeyiz. Kanaatkârların sayısı o kadar azaldı ki elimizde kalanları numunelik olarak saklamak gerek, böyle bir özelliğin varlığından sonraki nesillerimizin de haberinin olması için. Bir de jokeyi hırs olan atlar oluverdik. İki küp şekerine çatlarcasına koşuyoruz. Üzerimizden oynanan bahislerden ya haberimiz yok ya da küp şeker sayısını artırınca haberimiz olmayıveriyor.
Saygı, yok edilmesi gerekenler listesine alınmış gibi. Nereden nasıl gereksizliğini ispatlasak derdindeyiz. Sevgiyi de çantalara, ayakkabılara, telefonlara, evcil hayvanlara, takılara, arabalara harcar olduk. Ha bir de babamıza bile güvenmememiz gerektiğine inandığımızı söylemiyorum bile. Kuyumuzu kimin kazacağı belli olmaz, ne de olsa ortalık kürek satıcılarıyla dolu.
Cinayetler, dayak atan cümleler, dövülen eşler, dökülen dişler, kutsal fanatizm savaşları, kesen gözler. İyice şiddet yanlısı olduk. Kumandanın düğmesine bile daha şiddetle basıyoruz. Geçimsizlikler, baş ağrıları bile şiddetli… Merhameti de çarpıp kaçtığımız insanların yolu kaplayan kanlarında bıraktık. O yüzden hiç kendimizi kötü hissetmedik yaşlanan anne babamızı huzursuzluk mabedi olan huzurevlerinde bırakırken.
Bir zamanlar Batının peşinden salya saçarak koşarken, şimdi onlara toz yutturacak radde geldik. Ama bizim de yuttuklarımız arttı; uyku ilaçları, antidepresanlar, hipnotikler, sedatifler… Yalnızlığımıza ve mutsuzluğumuza çare bulamaz hâle geldik. Hatta huzur bazıları için sadece bir roman adı olarak kaldı.
Domino taşları gibi yok oluşta birbirini izledi insani özelliklerimiz. Ölen değerler mezarlığının sakinleri arttıkça dünyanın yaşanabilirliği azalmaya başladı. İnsanlık öldü diyoruz, ümidimizi kesmişiz bir kere. Kimse açık mezarın başına gidip de elinden tutup kaldırmaya yeltenmiyor. Yeltenenleri de samimiyetsizlik ve çıkarcılıkla suçluyoruz.
Kâinatın nefes alıp verişini duyabilirsek tüm sağırlığımızdan kurtulabileceğimizin bilincinde olanlar olmalıydık; bomba, kurşun, feryat seslerine bağışıklık kazananlardan değil. Eğer ateşe yetişmeye çalışan bir karıncanın önüne çıkarsak, ağzında taşıdığı suda boğulacağımızı bilenler olmamız gerekirken, günlerimiz kan içinde yüzüyor fakat bir boğulanımız bile yok.
Açlıktan bir çocuk daha ölüyor, bir kürek toprak mezara kendi atlıyor.
İnsanlığımızı gömüyoruz. Neyse ki başımız sağ!
Kübra Taşkıran