İnsan Yitirdiğini Özler

Son üç dört yıldır Türkçeye yönelik yoğun bir ilgi var. Özellikle etimolojik bilgileri edinmek ve sosyal medyadan paylaşmak son zamanlarda pek revaç buldu. Andreas Tietze, Sevan Nişanyan, İsmet Zeki Eyüboğlu ve Tuncer Gülensoy’un baskıları tükenmiş olan etimoloji sözlüklerinin bu yoğun ilgi sebebiyle bir süre önce yeni baskıları yapıldı. Zannediyorum Hasan Eren’in baskısı tükenen etimoloji sözlüğü de yakında yeniden basılacaktır. Etimolojik yazılar kaleme alanların da bir hayli arttığı görülüyor. Asım Gültekin, Karar gazetesinde etimolojik denemeler yazıyor bir süredir; ayrıca çeşitli dergilerde ve internet sitelerinde irili ufaklı etimoloji yazılarına rastlanır oldu. Osman Fikri Sertkaya’nın “Kelime Dağarcığımızdan Etimoloji Araştırmaları” kitabı yayımlandıktan (2018) kısa bir süre sonra tükendi. Türkçeye yönelik bu ilgi sadece etimolojiyle sınırlı değil. Ali Akar’ın “Oğuzların Dili” adlı kitabı da 2018 yılında yayımlandıktan sonra çabucak ikinci baskıya ulaştı. Lugat365 rumuzlu twitter hesabı, -yanlış hatırlamıyorsam- 2015 yılı boyunca her gün twitterdan bir kelime paylaştı ve 2016 yılında bu paylaşımlar bir kitapta toplandı. Bu lügat ciddi satış rakamlarına ulaşmış bulunuyor. Benim yaklaşık iki yıl önce Edebifikir için yazdığım “Türkçe Sözlükleri” başlıklı yazı, kısa zamanda sitenin en çok okunan (otuz dört bin küsur) üçüncü yazısı oldu. Sözlük satışlarında da dikkate değer bir artış söz konusu.

Peki, nedir bu ilginin sebebi? İnsanlar niçin ana dillerine bu kadar yoğun bir şekilde yönelme ihtiyacı duyuyorlar? Bence bunun temel dört sebebi var:

Birincisi, insanların anlam arayışı. Dijital/sanal dünya, insanları sahicilik duygusundan uzaklaştırdı. Dizi izleyerek, oyun oynayarak, sosyal medyada gezinerek çok fazla vakit geçiren insanlar, gerçek(lik)le temasını yitirdi. Sanal dünya, insanı etrafına karşı kayıtsız kıldığı gibi, kendi gerçekliğine de yabancılaştırdı. Yanı sıra bu sanal dünyanın alaycı, şakacı, ironik bir üslûbu (dili) var; bu üslûp yaygın olarak kullanıldığı için her şeyi çabucak klişeleştiriyor ve kıymetten düşürüyor; bu da anlamın buharlaşması, yani etkisini yitirmesi demek. Bunun farkında olan da var, olmayan da. Olanlar bir anlam arayışı içinde. Bu arayış edebiyata ilgiyi de artırdı. Çünkü anlam arayışından doğan bir anlatım (ifade) arayışı da var. Kendini ifade etme, mümkünse özgün bir şekilde ifade etme arzusu. Bu da dille ve dilin en etkili ifade şekli olan edebiyatla mümkün.

İkincisi akademisyen, edebiyatçı ve aydın diyebileceğimiz kişilerin sosyal medyayı yoğun bir şekilde kullanmaya başlaması. Bu kişiler, sosyal medyanın imkânlarını nitelikli (bilgi verici ve yararlı) paylaşımlar yaparak değerlendirmeye çalışıyorlar. Onların, Türkçenin doğru ve güzel kullanılmasına yönelik telkinlerinin Türkçeye olan ilgiyi artırdığını düşünüyorum.

Üçüncüsü, görselliğin metne duyduğu ihtiyaç. Görselliğin cari olduğu bir dönemdeyiz ve görsellik kendini yazıyla tahkim etmek zorunda. Hâlihazırda görsel kültürün icad ettiği metin yazarlığı diye bir meslek var. Mebzul miktarda reklam, sunum, tanıtım metni ve dizi/film senaryosu üretilmek zorunda, aksi hâlde koca bir enstitü işleyemez duruma gelir. Dolayısıyla bu kanaldan da Türkçeye yönelik bir ilginin başladığı söylenebilir.

Dördüncüsü ve bence en önemlisi Türkçenin zenginliğini ve ahengini yitirmemizdir. Bunu biraz geriye giderek açmaya çalışayım. Gazete yayıncılığının (basının) 19. asırda Osmanlı sınırları içinde teşekkül etmesiyle birlikte, aydın zümre, Türkçenin bir nesir dili olarak inkişâfına çaba gösterdi. Fransızcadan yapılan tercümelerin etkileri ve katkılarıyla Türkçe kısa sayılabilecek bir zamanda nesir diline dönüştürülerek, eskilerin kullandığı tumturaklı nesir dili terk edildi. Bugün yazılmakta olan ve an itibariyle benim de yazmakta olduğum bu nesir, Fransız nesrinden ilhamla İstanbul Türkçesi esas alınarak oluşturulmuştur. 20. asrın ilk çeyreğinde Türkçe, Teoman Duralı’nın ifadesiyle ‘dünyanın en mutena ve müstesna üç beş dilinden biri’ idi (Duralı, 2014, s.96). Yani harf inkılabına kadar. Bu süreçte Türkçe mükemmel bir şekilde işlendi. Nitekim Fuad Köprülü 1927 yılında şöyle demiştir:

“..muhakkak olan bir şey varsa, o da güzel Türkçemizin her gün daha bariz bir şekil alan mes’ud inkişafıdır. Türkçenin şu son yirmi seneden beri geçirdiği terakki safhalarını tetkik edenler, yeryüzünde hiçbir lisanın bu kadar az zaman zarfında bu derece kuvvetli bir inkişafa mazhar olmadığını itiraf mecburiyetinde kalırlar. Türkçe yalnız edebiyat lisanı olarak sadeleşmek ve güzelleşmekle kalmamış, ilim ve felsefe lisanı sıfatıyle de yeni bir mevcudiyet göstermiştir. Bundan yirmi sene evvel, mesela bir felsefe kitabını tercüme etmek, bizim için adeta imkânsız gibiydi; hâlbuki şimdi bugünkü Türkçe ile ifade edemiyeceğimiz hemen hiçbir şey yoktur. Lisanımız o kadar zenginleşmiş, o kadar vüs’at kazanmıştır” (Yasa, 2014, s.1-2). 

Bu mutena, müstesna, zengin ve vüs’at kazanmış dili yitirdik. Edebiyat tarihine mâl olmuş eserlerde bu dil hâlâ yaşamakta: Ahmet Haşim, Sabahattin Ali, Peyami Safa, Refik Halid, Tanpınar, Cemil Meriç gibi ediplerin eserlerinde… Bu edipler Türk nesrinin en parıltılı örneklerini verdiler. Dikkat buyurun, her birinin eğitim hayatı harf inkılabından öncesine uzanıyor. Ve hepsi de gün geçtikçe artan bir ilgiyle okunuyor. Okundukça Türkçenin nasıl bir hassasiyet ve zevkle, ne kadar zengin bir şekilde işlendiği görülüyor hâliyle. Bu zenginliği nasıl yitirdik?

70’li yıllarda Ecevit’in Türk siyasetinde etkin olmasıyla öztürkçecilik  devlet eliyle yeniden hortlatıldı.  80’li yıllarda Özal’ın liberal politikaları Türkiye’yi dünyaya açtığı gibi dünyayı da Türkiye’ye açtı; başka bir ifadeyle İngilizce Türkçeye buyur edildi. 90’lı yıllarda küreselleşmeye başlayan dünyada, bütün diller gibi Türkçe de İngilizcenin istilasına uğramıştır. Öztürkçecilik ve İngilizcenin istilası Türkçenin rengini bulandırdı; anlam nüansları giderek kaybolmaya başladı. Nihayet 21. asırda ‘plaza dili’ gibi melez dillerin türediğini gördük. Durumun kısa özeti budur. Teferruatı için çok kelime yakmak gerekir.

İmdi; Sabahattin Ali’yi, Peyami Safa’yı, Refik Halid’i okuyanlar Türkçenin neleri yitirmiş olduğunu elbette fark ediyorlar. İnsan ayrı düştüğü veya yitirdiği şeyi özler. Türkçenin, yitirmiş olduğumuz zenginliğini özlüyoruz sanırım.

Bir de ahenk meselesi var. Dil, öncelikle istima’ (işitme) yoluyla öğrenilir. Türkçeyi güzel konuşan beyefendi ve hanımefendilerin nesli tükendi sayılır. Dilimizi öğrenebileceğimiz en önemli kaynaktan mahrumuz: Bize dilimizin ahengini hatırlatacak insanlardan. Üstelik bu mahrumiyetin bir telafisi yok. Yazılı olanı açar okursun. Ya telaffuz? Bir ara Mehmet Raşit Küçükkürtül ile birlikte, ‘Türkçeyi güzel tekellüm eden’ kişilerin ses/video kayıtlarını derleyip Edebifikir’de paylaşmayı düşünmüştük. İnşallah bu düşünceyi eyleme dönüştürebilirsek faydalı bir hizmet yapmış olacağız. Bakalım, ya nasip.

Feyyaz Kandemir

 

Kaynakça

Şaban Teoman Duralı (2014), Omurgasızlaştırılmış Türklük, Dergâh Yayınları.

Ş. Alparslan Yasa (2014), Türkçenin İnkişafı İçin Tercüme, Hitabevi Yayınları.

DİĞER YAZILAR

3 Yorum

  • Güldeste , 03/03/2019

    Bugün, “Eski Türkçe yazıp okuyabiliyorum” ifadesi pek söylenir oldu. Osmanlı Türkçesi’ne olan ilginin arttığı bir dönemdeyiz malûm. Bu ilginin nostaljik bir uğraşa evrilmemesi gerekir. Zeminine “kadim” kelimesini oturtursak nefes alan bir dilden bahsetmiş oluruz. Diğer türlü “Eski Türkçe” veya “Osmanlıca” diyerek ölü dillerden bahseder gibi konuşuruz, konuşurlar.
    Direk Türkçe diyerek mevzuyu ele alsak ne olur? Pek âlâ olur. Niyet de talep de bu zaten. Benimki biraz şöhretlik işte.

  • edem , 25/02/2019

    kadim lisanımız derken? adam baya türkçe hakkında yazmış işte, kadim lisanı da nereden çıkardınız?

  • Güldeste , 24/02/2019

    Feyyaz Ağabey’in ince kaleminden kadim lisânımız üzerine pek güzel bir yazı daha okuduk. Teşekkür ederiz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir