İkindiye Düşülen Yalnızlıklar – 2

 

Sergey’in hikâyesi bende derin bir iz bıraktı. Küçüklüğümden beri insanların belirli frekanslarda yaşadığını düşünmüşümdür. Tıpkı radyolar gibi. Aynı frekansın sınırlarına girenler aynı şeyleri hissediyorlar, aynı dili konuşuyorlar ve en önemlisi aynı acıyı paylaşıyorlar.  Sergey de benim bu açıdan yakınlık hissettiğim biriydi. Bir süredir onunla tekrar konuşmak istiyordum.  Birkaç kez, daha önce konuştuğumuz yerden geçtim fakat yoktu.

Geçenlerde büyük bir kuvvetin beni oraya çektiğini hissettim ve kitabımı alıp yola koyuldum. Hava açık ve soğuktu. Bir haftadır devam eden düzensiz havadan dolayı yerdeki karlar donmuş; fakat geceden yağan kar ince bir tabaka oluşturmuştu. Hava sakinlik kokuyordu. İçimde biraz beklenti ve bu beklentiden kaynaklanan garip bir telaş vardı. Kendimi her türlü ihtimale karşı teskin etmeye çalışıyordum. Yanılıyor olsam bile sessiz sedasız kitabımı okuyacak ve etrafı seyredecektim. Oraya vardığımda yoktu. Rahatlamış gibi hissettim ama gelmesini de istiyordum. Biraz bekledikten sonra yanılmadığımı gördüm.

Çaresizliği üzerinden atmış gibiydi. Yenmiş gibi değil de kabullenmiş gibiydi sanki. Gözleri, ilk bakışta fark edilemese de dikkatli bakıldığında derinlerin en acı türkülerini haykırıyordu. Aynı palto, aynı şal, aynı dağınık saçlar… Görünce garip bir heyecan sardı beni. Açıkçası Ninoçka’yı bulup bulmadığını merak ediyordum.

Yine geçen seferki yerine oturdu. Bu kendinden emin oturuş, bana doğuştan gelen bir aidiyetle kendi hakkıymış hissiyatını verdi.  İlk başta beni hatırlamasa da kendimi tanıtmak zor olmadı. Uzun uzadıya konuştuk.  İlk konuşmaları eleyerek ve aklımda kalanları toparlayarak doğrudan O’nun sözlerini aktarmak istiyorum.

“Bütün Türk klasiklerini okumadın değil mi? Ben de bütün Rus klasiklerini okumadım. Tolstoy’un itiraflarım kitabı da onlardan biridir.  Kitabın arka kapağını okumaya başladım. Bitiremedim. Cesaretim yetmedi. Bu kadar açık sözlü bir yazarla karşılaşmamıştım daha önce. Kendinden önceki ve sonraki tartışmaları, hayatın anlamını arama çabalarını tek kitapla bitirmiş diyebilirim. Henüz kitabı okumadım bile. İki paragraf böyle düşünmeme yetti.

Aslında kitabı okumak istiyorum ama cesaret edemiyorum. Gerçeği birisi söylesin diye geceleri kemirirken bu kitap karşıma çıksa ne derdim bilmiyorum. Şimdi ise kaçmak daha makul geliyor. Bunun iki sebebi olabilir. İlki kendimi toparladığım zaman okuyarak hakkını verme düşüncesi. Çünkü şu an hiçbir şeyi ciddiye alamıyorum. Şu anki yılgın psikolojim ve yorgun ruhumla heba etmek istemiyorum. Diğer sebep ise, ilginçtir, ilkinin de gerekçesi gibi. Gerçeği kabul etmek istemeyişim buna engel oluyor. Çünkü gerçeği kabul edersem kaçacak delik kalmıyor. Şu anda da olmadığını biliyorum ama dalgakıranları döven dalgalar gibi beynimi törpüleyip duran cümleler yok. Sadece susuyorum.

Uzun bir suskunluk oldu bu seferki. Kendime sorular bile sormuyorum. Arada bir aklıma bazı şeyler gelse de susarak unutuyorum. Aslında bunu görevlerimi yaparken uygulamam lazım ama ben sadece ruhen değil bedenen de susuyorum. Susmak fiilinin hakkını her boyutta isteyerek veya istemeyerek –ki bu çelişki ve belirsizlik de suskunluğun başka bir tarifi– veriyorum.  İşe gitmeyi aksatıyorum, fazla uyuyorum, daha kötüsü gündüz uyuyup gece uyanıyorum. Ve bu durumu kontrol edemiyorum. Bir zamanlar en çok kızdığım ek olumsuzluk ekiydi. Yapamamak insanoğlunun sadece bahanesi olabilirdi. Şimdi bu durumu kontrol etmek bir yana dursun bahsettiğim tartışmayı kendi içimde bile sürdüremiyorum. Sadece derin bir sessizlikle karşılıyorum bu durumu.

Denize İstanbul’da doydum diyebilirim. En kötü yıllarımı orda geçirmeseydim şu an İstanbul’a dair mükemmel anılarım olabilirdi. Oysa benim en çok hatırladığım Sirkeci’nin az ilerisinde –Kennedy Caddesi’nde– kayalıklara oturup dalgaları seyretmek. Olta atanlar olurdu bazen ve rüzgârlı havaları sevmezlerdi. Çünkü dalgalar çok şiddetli olur bu yüzden balıklar derine inerdi. Bense en çok rüzgârlı havaları severdim, kimsesiz havaları. O zamanlar kendimi rüzgârlı havalardaki deniz gibi hissederdim. Sürekli kayalıklara vuran dalgalar düşüncelerim olurdu ve beynimi kemirirdi adeta. Balıklar, insanların peşinde olduğu kıymetli şeylerdi. Benim içinse cevaplar demekti. Ve onlar da derinlere indiği için ulaşmam mümkün olmazdı. Çok garip değil mi? Kendi içimde olduklarını bildiğim halde ulaşamamak… Sürekli dalgalanırdım, durulamazdım bir türlü.  Şimdiyse durulmuş denizlere benzetiyorum kendimi. Süresiz yorgunluğa çekilmiş denizler gibi. Durgun denizlerin en önemli özelliği nedir bilir misin? Yosunlardır. Yosunlar en çok durgun denizlerde büyürler. Ve şimdi her tarafım yosunlarla dolu. Nereme dokunsam kayıp düşmeme yardımcı oluyor ve ben de büyük bir teslimiyetle kabulleniyorum bu durumu.

İnsanlardan olabildiğince kaçıyorum ve bundan büyük bir haz duyuyorum. Tek bir dosta ihtiyacım var ve bunun da kaybettiğim babaannem olduğunu biliyorum. Geçmişe dair en büyük pişmanlığım babaannemin dostluğunu harcamış olmam. Yaşasa ne yapardı bilmiyorum.  Belki kızar hiçbir şey anlatmazdı bana. Ama ben her zamankinden daha çok yardımcı olurdu diye düşünüyorum. Çok merhametliydi çünkü. Affetmeyi çok severdi. Babamı da affetmişti. Ve babam annesinin dizlerinde mutlu bir şekilde öldü. Küçükken, en çok korktuğum şey bir gün babam gibi olmaktı. Oysa şimdi onun gibi ölmeyi ne çok isterdim.

Babaannem akıllı bir kadındı. Siz, İstanbul hanımefendisi diyorsunuz ya, bizde öyle bir tabir yok; ama anlayacağın şekilde tam bir Moskova hanımefendisiydi. Çok uğraştı benimle. İşaret götürmeyi bırakmasını söylediğim zaman tabiî ki dinlemedi. Bir süre yine devam etti. Ama nereye kadar taşıyabilirdi ki? Telefonlara çıkmıyordum, mektuplara cevap yazmıyordum. Her şey ortadaydı zaten. Babaannem sorunun ne olduğunu sorduğunda ona açık yüreklilikle anlatırdım ve her zamanki hikâyeleriyle baş başa kalırdım. Böyle zamanlarda ona en çok ‘Hayatı nasıl bu kadar sorgulamadan kabul edebiliyorsun?’ diye tepki gösterirdim. Anlattığı hikâyeler teslimiyetten, kabullenmekten, kurcalayınca başımıza gelecek ibretlik hadiselerden ibaretti. Bu hikâyeler yaşanmış veya yaşanmamış; hiçbir önemi yoktu. O tam bir teslimiyet abidesiydi. Şimdi benim durduğum yer yani. Onun teslimiyeti yaşamaya dairdi; benimkiyse bir nevi ölüme dair.

Domenico’yu bilir misin? Ne diyordu: Birisi piramitleri yapabileceğimizi haykırmalı. Yapmamamızın bir önemi yok! O isteği beslemeliyiz. Ve ruhun köşelerini esnetmeliyiz; sınırsız bir çarşaf gibi!’ Şimdi bu dünyaya dair en büyük arzum aynı akıllı kalabalığa aynı deli kılığında bu cümleleri haykırmak… Ve bu dünyaya dair son ümidim birinin gelip beni bu bataklıktan çıkarması.”

Bu sefer gittiğinin farkındaydım. Elini taşa yasladı, sol ayağını sağ ayağının altından çekti, daha aşağıdaki taşa basarak yavaşça doğruldu. İçimde bir fırtına koptu. Bu kadar âni gideceğini tahmin etmemiştim. O konuşurken aklımdan kendimce cevaplar hazırlıyordum. Âniden kalkınca aklımdaki her şey uçup gitti. Kalkma ve ağır ağır yürüme sahnesi bu yüzden çok uzun geldi bana. Zaman esniyor gibiydi.

Belli ki cevap beklemiyordu hatta ihtimalini bile yok etmek istiyordu. Cevaplar doyurur insanı. Ve ilaç diye sürülmeyen cevaplar daha büyük yaralar açar.  Yüzü kaskatıydı ve ben ancak bunları anlayabildim o yüz ifadesinden. Kendimce hiçbir şey hissedemedim. Gözüm aynı kumsala takıldı sadece.

 

İbrahim Halil Aslan

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir