İki Miras

Corboba_mezquita1

Ahmet Özcan,  altı ay yirmi dört gün sonra tekrar yazdı.

***

İki farklı medeniyet ve iki farklı kültür… Biri, bu yüzyıldan geriye doğru her bakılışında, özellikle entelektüel camia tarafından hayranlık duyulan bir Avrupa medeniyeti İspanya; diğeri ise değeri kendi mirasçıları tarafından bile geç algılanan Osmanlı… Bahsedeceğimiz konu ise; bu iki medeniyetin kendi kültürlerine ait bilgiler değil, devraldıkları sanat miraslarına nasıl sahip çıktıklarıdır.

21. yüzyılda bütün medeni kültürlerin sanat eserleri konusunda fikir birliği oluşturduğu ve artık uluslararası düzeyde bir öngörüye sahip olunan eserlerin korunması kavramı, artık uygar toplumların kıyas konusu olmuş durumda. Hal böyle iken biz tarih sayfalarında, geriye doğru ilerleyerek iki farklı medeniyetin devraldıkları iki büyük kültür mirasına nasıl sahip çıktıklarına bir göz atalım.

19.yüzyılın ortalarında Rus elçilik binasının yapım çalışmaları için Osmanlı topraklarına gelen Mimar Fossati kardeşler, 1847 yılında Sultan Abdulmecid’in emriyle Ayasofya Cami’nin sekiz farklı alanda onarımı için görevlendirilirler. Fossati Kardeşler,  mimari ve bezeme unsurlarını kapsayan bu onarımlar esnasında ise çok farklı bir hadiseyle karşı karşıya kalmışlardır. Bahsi geçen olaysa;  döneme ait figürsel bezemelerin -birçoğu mozaik- kazınmayarak veyahut tahrip edilmeyerek en başta koruyucu daha sonra örtücü vazife gören bir sıva ile kapatılmış olmalarıdır. Bu figürler içinde bir İslam ibadethanesinde bulunmaması gereken birçok figür ve temsili hadise yer almaktadır. Bu sanat eserlerine, 1453 yılında İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet bir karşı refleks almamış üstelik bu unsurları koruma altına almıştır. Ayrıca Hattat İzzet Efendi tarafından eklenen levhalarında ne denli nezaketle yapıya yerleştirildiği de önemlidir. Toplanma ve hazırlanma işlemi, yapıyı tahrip etmemek için, büyük bir titizlik ve incelikle yapı içinde gerçekleştirilmiştir. Buna göre sanatta Osmanlı Üslubu sadece bezeme ve mimari elementleriyle kendini göstermez;  bu işin harcında farklı bir akit yatmaktadır.

Ayasofya 2012

İstanbul’da, bir önceki medeniyetin mirasına bakış açısı bu şekildeyken, Avrupa’nın Rönesans’la tanışmaya başladığı bir dönemde, 15. yüzyıl sonların da,  İspanya’da bir başka medeniyetin aynı meseleye bakış açısı çok farklıdır. 785 yılında Kurtuba’da -şimdiki ismi Cordoba-  yapımına başlanan, son haliyle âdeta bir düşler diyarı yapısını andıran Endülüs Emevileri’nin 1419 sütunlu, altın minberli, fildişinden ağaç oymalarıyla göz kamaştıran Kurtuba Camii, 1492 yılında en basit tabiriyle İspanyol Haçlıları tarafından kademeli olarak tahrip edilmiştir. Emeviler’e ait bu nadide eser, âdeta bir öfke mabedi haline getirilmiş, uzun soluklu bir tahribata maruz kalmıştır. Eserin geçmişi, tahrip edilmeye başlandığı dönemden itibaren,700 yıla yaklaşmaktadır. Ayasofya ile bu bakımdan kıyası da önem arz eder. Bu tahribatın dönem olarak Rönesans’ın doğuş dönemine denk gelmesi, sanatsal ufkun, Avrupa’da ziyadesiyle parladığı zannedilen bu dönemde, aklımıza şu soruyu getirmektedir: Rönesans gerçekten hümanist, bağımsız bir devrim miydi, yoksa kısıtlı mimari gelişimlere dayanan bir süreç miydi? Çünkü Rönesans, sanatsal kavramların temelini oluşturan, özgürlük, hoşgörü, yenilenme gibi kuramlardan yola çıkan bir dönemin tetiklenmesi olarak aktarılır bize.  Bilinen, öğretilen veya aktarılanın aksine, medeni nezaket kalıplarının aslında nerede oluşturulduğu sorusunu bir kez daha tahlil etmek gerekir.

Osmanlı’nın devraldığı mirasa bakış açısı, Ayasofya gibi tarihi bir devin, bütün unsurlarıyla ayakta durmasını sağlamıştır. Tarihi sadece hikâyelerle, kalıplarla tanımamak, tarihe dokunmak içinde bir fırsattır bu miras. Bir nevi tarihin pratiği bu sayede sağlanır, her şey teorilere sıkışmaz. Aksi durumda yaşatılmayan veya yaşatılamayan yapılarla, tarihi duyguyu aktarmak bir o kadar zorlaşmaktadır. Bir kısmı ayakta olduğu halde büyük oranda tahrip edilmiş Kurtuba Cami, üzerinde altı asır boyunca yapılan ilavelerle, geçirdiği dönemlerin mimari üsluplarını da yansıtmaktaydı, hakeza ayakta duran kısımlar az da olsa dönemdeki gelişimi görmemizi sağlar.

Biz, medeni bakış açısının, hoşgörünün, nezaketin temellerinin,  Avrupa’da bu dönemde oluştuğu zannıyla nesil nesil hayatımızı idame ettirirken, anlatılanların aksine, dibimizdeki tarihi hoşgörü duvarlarını bilmeden yaşıyoruz. Biz fark etmiyor olsak da tarih tekerrürden ibarettir ve yıkmakta-yapmakta medeniyetler için bir alışkanlıktır.

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir