Hüzünsel Anıların Esintileri

 

Yıl 1991. Bir çocuğun doğum yılı. Pırıl pırıl. Gözleri yaşamdan bir kuple taşıyor. Bir hemşirenin elinden annenin ellerine doğru uzanıyor. Baba mutlu. Bir erkek evlat sahibi artık. Benim gençliğim doksan gençliğinden almıştır yıl dönümünü. Sarı saçlı, yeşil gözlü bir adamım. Bazı zamanlar dalga geçerim her şeyle, bazı zamanlarsa oldukça ciddiyimdir. Gülmekten pek hoşlanmam. Ancak arkadaşlarımın yanında gülmem gerekir. Çünkü tek mutlu olduğum zamanlar sevdiklerimin yanında geçen zamanlarımdır.

Çocukluğumu hatırlıyorum şimdi; bir mezarlığın ortasında. Çocukluğumun o yeşilliklerini ve hayatın maviliğine uzanan yıllarını. Tasolar, cilliler ve bilmem daha ne çeşit oyunlar.

Eskiden bizim oranın güzel bir camisi vardı. Adı Postumpost. Yapılış tarihi 1850’ler olsa gerek. Bu camide babamla birlikte daha namazın anlamını ve nasıl kılındığını bilmeden, yalnızca babamın yaptıklarını yaparak bende o mutluluğa erişmeyi istediğimi, bayramlarda bu camide ya da bir diğer sevdiğim cami olan köyümün camisinde namaz kılmanın tadını, sonra bize şeker ve para dağıtan o yaşlı dedeleri hatırlıyorum.

O zamanlar ise yıl 1999. Herkesin bildiği şu meşhur deprem. 17 Ağustos’ta binlerce can alan deprem benim de canımdan can almıştı bir zamanlar. Daha dokuz yaşında olan o çocuk ilk yakınını kaybetmişti. Bir tepenin ardına çıktığı zaman yeryüzündeki en sevdiği o cami kapalıydı. Rüzgâr sert bir şekilde esmekte, ağaçlar sanki caminin kapatılmasına isyan etmekle beraber garip sesler çıkarmaktaydı. Neden hayatın güzelliği dağılmıştı? Ben o camiye ruhumu bağışlayıp, namaz vakitlerinden sonra tekrar aynı bedende kendi ruhuma bürünemeyecek miydim? Artık güzellik ve anlam denen o güzel şeyler Postumpost Camisinin bulunduğu Baba Sultan tepesinde mi kalmıştı?

Ah, insan eski anıları düşününce hüzünleniyor. 99 depreminden tam altı, yedi sene sonra bu eski cami tekrar restore edilip ibadete temin edildi. Ama gönlümde yer eden Postumpost o değildi artık. Sanki onun görünümünü güzelleştiren bu insanlık, aynı zamanda onun çağa meydan okuyan maneviyatını kaybetmişti. Cami, kapatılmasına namzet bir tavır oluşturarak bize küstü sanki. Ona yapılan bu vicdansızlığı gönlüm hiçbir zaman kaldıramadı. Üstelik caminin hemen yanı başında bulunan ve tepeye ismini veren Baba Sultan adlı zâtın mezarlığı da eskimiş, artık Baba Sultan denen bu tepe insanların eğlencesine ayrılan bir çay bahçesine dönüştürülmüştü.

Zaten hiçbir güzellik uzun sürmez. İlk yenilişimin ardından bu uzayan güzellikler ya da artık yenilmişliğimin ardından alışmışlığımın, kabullenmişliğimin getirdiği esenlik dağılmıştı. Bana köyümün ruhunu yansıtan ve her bayram namazında içinden yükselen sevinç çığlıklarıyla bayramın gelişini hutbelerde capcanlı ayakta tutan Hacı dedem felç geçirmiş ve zamanla bağlı bulunduğu yatağında aklını da kaybetmişti. Uzunca gelen iki senenin ardından ise o da hayat denen bu mefhuma gözlerini kapamıştı. Neydi bize güzel gelen? Çevremizdeki olaylar, nesneler ya da insanlar mı yoksa onları bizim içimizde güzellikle bağdaştırmamız mı? İkinci can yıkılmıştı gönlümde. İkinci yenilgi hazin sona yaklaştırmıştı beni. Hayat neydi, güzellik neydi artık anlayamaz olmuştum.

Köyümün mezarlığında, Hacı dedemin yanı başındayım şimdi. Ona dualar okudum. O ise devinimsiz. Kim bilir, belki de devinimsiz olan benimdir. Ve o gerçek hayatın bucağında bir süredir istirahat ediyor. Köyümün adı Akdere. Uzayıp gider bir dere yatağından kalbimin ta köşesine. Zamanı geldiğinde hepimizin yatacağı yer burası mı olacak? Günü geldiğinde onların eriştiği son günlere erişecek miyiz? Bunları düşünüyorum.

Köyüm artık dağılıyor, gönlümün dağıldığı gibi. Ve ben bir macırım. Asırlardır ailem göç etmiş bir diyardan başka bir diyara. Bende kendi içimde taşıyorum temelli kaldığım yerden gönlümün sürgünlüğünü, göçmenliğini. Ve yaşanılan hayat artık benim hayatım, eskiden yaşayanları dinleyen…

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir