İşte tüm bütün bunlar Leyla’yı gebertemediğimiz için. Kerim Kolat yazdı…
***
Yerli malı bir geçmişten afili pişmanlıklar biriktiriyorum şimdi. Şeffaf bir kumbaraya hayırsız ümitler bırakıyorum. Kirpiklerime iliştirdiğim sızılarımla dalıyorum sabit uykularıma.
Uzandığım gibi uyanıyorum. Bugün de ölmedim anne deyip asker türküleri tutturuyorum. Bir içtima bekliyorum, komutanı sen, neferi ben.
Tek kişilik bir tekmilden sonra diyorum ki; bir gün, yersiz yurtsuz serseri bir dakikanın tam da alnının ortasında, bir köşe başında, gözlerimiz düştüğünde birbiri üstüne, o an yerli malı bir geçmiş gibi değil de, ya pişman gibi bakarsak birbirimize?
Ya koklarsam kâküllerini esen şallı rüzgâra inat. Çekip gömersem içime seni diyorum, günahkâr olurum diyorum; günahkâr olursun diyor dedem, günahkârsın diyorum sen Fransız romantizmi, akıyorum içime sonra.
Durma diyorum, sarıl fotoğraflara. Dişlerimi gıcırdattıktan sonra üç ihlâs bir Fatiha okuyorum. Öldürüyorum seni yeniden her öğle namazında niyetle tekbir arasında.
Ve yeniden korkuyorum, ya yarım bıraktıklarımı başkaları tamamlarsa?
Hayatımın ilk yarısı ikincinin beklentisiyle geçiyor, ikinci yarısı ilkinin pişmanlığıyla.
Paris’te Sainte Chapelle’e, Birleşik Devlette Manhattan’ın o ışıklı gökdelenlerine bakan tüm pencerelerimi kapatıyorum. Küçük bir aralıktan Doğu’yu izliyorum. Birkaç yüzyıllık azığımı istifliyorum ışık görmemiş izbe koridorlara. Doğmanı bekliyorum.
Her sabah ayrılırken tuzaklar kuruyorum evimin bahçesine. İns ve cinne pusu atıyorum.
Pusuya düşüyorum, savaşıyorum.
Vuruluyorum, ölmüyorum. Vuruyorum, ölmüyor. Civa misali çoğalıyor sızım. Ölüyorum, diriliyorum.
Ardından kılıcımı zamana çekiyorum. Tüm makineleri inkâr ediyorum. Caddelerde karşılaştığım eski dostlara televizyonun lanetli bir lunapark olduğunu söylüyor, çocukları ondan uzak tutun diye uyarıyorum. Yasaklı kitaplarımla beyinler yıkıyorum. Kulaklarından örümcekler salıyorum, ağlar örüyorum Habil ile Kabil’in arasına. Ebu Cehilleri hatırlıyor, kibre yeniliyorum sonra.
On dokuzuncu yüzyıla ait ne varsa sofra bezinin altına süpürüyorum. Son katedralin, son haçın üstüne düşüp ezeceği günü arzuluyorum. O gün acılarımdan azad olacağımı “adın” gibi biliyorum.
Biliyorum o gün ısınacağız, biliyorum üşüyoruz.
Ne Bursa sıvazlıyor sırtımı, Ne Endülüs’e el pençe divan duruyorum şimdi.
Kaldırımların soğuk kucağında gecelerim için hakiki yalnızlıklar istifliyorum. Yalnızlıktan ürken bedenler, yorganlarına sarılıp bir yakın yürek istediklerinde yanlarına sokuluyorum. Bulut dolu ağaç dallarının tutturduğu melodiyi dinliyoruz. Sessizce bekliyorum uyumalarını.
Sonra komodinin üzerindeki kitabın on beşinci sayfasında bir paragrafa dönüşüyor, yetmiş dokuzuncu sayfada seni bekliyorum.
Küçük kareler çiziyorum, o coğrafya defterinin arkasına…
Çin menşeli firmalarla görüşüyorum, yapay çiçeklerin bu umuda bir gerçeklik üfleyip üfleyemeyeceğini soruyorum.
Camus’un erken yaşta ölümüne şükrediyorum. Az daha yaşasaydı beni çıldırtacaktı, eminim, bunu biliyorum.
Giderken son kez dönüp ardına bakmasaydın, ömür boyu bir ümit beklemek zorunda kalmazdım diyorum.
“Bağırmak istediğim her şeyi sustuğum bir günün daha sonuna yaklaşıyorum.”
Yaşamak istediğim her şeyiyle tükendiğim bir hayatın dibine yürüyorum.
Bitiyoruz biliyorum.
Ölüyorum…
Herkese selam, sana hasret.
7 Yorum