Türkistan Hatıraları – 2
Yolculuğa başlamadan önceki son yirmi dört saatiniz nasıl geçer? Birçoğunuz bu soruya benzer cevaplar verecektir. Ancak benim için aynı şey geçerli değil. Neden mi? Çünkü ben uçakla beş buçuk saat ötede ve soğuğuyla meşhur olan bir ülkeye gidiyordum. Hani insanın yaşı genç olduğunda, kanı damarlarında deli aktığında yaşça sizden büyükler, şöyle diyaframdan konuşup nasihat etmeye başlar ya! Ne kadar sıkıcı olsa da dinlemek zorundasındır. Hem öğrencisin, hem uzağa gidiyorsun, hem de yurt dışına çıkıyorsun. Elbette dizini kırıp oturacak ve büyüklerini dinleyeceksin.
Son yirmi dört saat… Sonrasında uçağa atlayacaksın ve bir bakmışsın beş buçuk saat sonra Orta Asya’ya gelmişsin. İşte o zaman her şey daha güzel olacak. Yeni bir okul, yeni insanlar, yeni bir coğrafya…
17 Ekim 2003 günü havaalanına gittiğim zaman zihnimden aşağı yukarı bu düşünceler geçiyordu. Daha yolculuğa başlamamıştım ama kendimi zihnen karşılaşabileceğim her şeye hazırlamıştım. Hem bundan yıllar, yıllar önce bizim dedelerimiz oradan buraya gelmemişler miydi? Ne kadar yabancılık çekebilirdim ki?
Tabii insanın büyük konuşması her zaman başına bir iş açar. İlk kez bindiğim uçağın havaalanından kalkışıyla birlikte Kazakistan serüvenim başladı. Gece 01.00 gibi Almatı Havaalanı’nda olacaktık. Uçaktakilerin heyecanı görülmeye değerdi doğrusu. Herkes birbirine hangi bölümü kazandığını, aslında ne okumak istediğini ve hangi Türk lehçelerini öğreneceğini soruyordu. İstisnasız uçaktaki tüm öğrenci arkadaşlarımız -ki tam altmış bir kişiydik- Rusçayı şimdiden öğrenmiş sayıyorlardı kendilerini.
O zamanlar bendenizin uçak korkusu yoktu, zira hiç uçağa binmediğim için korkmaya da hacet duymamıştım. Bir an kendimi İstanbul-Ankara arasında giden bir yolcu gibi hissettim. Öyle ya uçak otobüse benziyor, arada bir sallıyor. Ancak ben yeni bindiğim için neyin ne olduğunu anlayamıyordum. Hosteslerin ve sağımda solumda bulunan insanların yüzlerindeki mimiklerden uçakta bir arıza olup olmadığını çıkarmaya çalışıyordum.
Şimdi bunları yazmak kolay, neticede insan bir şeyi yaparken değil de anlatırken ürker bana göre. Henry Miller kitaplarında hep başından geçenleri yazarmış, geçmeyenleri de bir güzel kendine mâl edermiş ya! Biz de aynısını yapmayalım şimdi, değil mi?
Uçak gece 01.30’da Almatı’ya indiğinde hâliyle bizleri hangi sürprizlerin karşılayacağını bilmiyorduk. Önce pasaport kontrolünden geçtik. Her şey o kadar kolay oldu ki… Orta Asya ile ilgili bize anlatılan bütün kötü hikâyeler bir anda zihnimden uçup gitmişti. İşi bitenler hemen dışarıya çıkıyor ve bizi bekleyen otobüse koşuyorlardı. Ortalık zifiri karanlıktı. Gerçi, aylardan Ekim olduğu için hava soğuk değildi ama Almatı adına gördüğüm tek şey karanlıktı. Neyse dedim, sabah ola hayrola. Pasaport kontrolünden geçtikten sonra bineceğimiz arabaya doğru valizimi güç bela taşımaya başladım. Çünkü validem, İstanbul’dan yola çıkarken valizin içine ne sığacaksa sokup sokuşturmuş.
Bozkırda ağır ağır gidiyoruz!
Almatı’dan bineceğimiz otobüsle 14 saat daha seyahat yapacağımızı duyunca önce şaka yapıldığını sandım. Ancak sonra hiç kimsede gülme emaresi görmeyince bunun gerçek olduğunu anladım. “Ne var canım ufak ufak gideriz biz de” dedim kendi kendime. Ancak otobüsü görünce anladım ki hakikaten ufak ufak gideceğiz. Çünkü bu bildiğin 1970’lerden, en iyi ihtimalle 1980’lerden kalma bir 302 döküntüsüydü. Koltukları yatmayan, bir kere yatma gafletinde bulundu mu bir daha tövbe kalkmayan cinstendi. Öyle guguk kuşu gibi gidersiniz demiştim ya hani. İşte buydu.
Yola revan olduktan sonra bir saat geçmişti ki bir yerde mola verdik. Hemen aşağıya indik ve içmek için su almaya koştuk. Büfe benzeri bir şeyin önünde durduk. Çat pat konuşarak su istedik. Tam sekiz kişiydik, beşinci sıradaydım. Önümdeki herkes bir buçuk litrelik Kiril harfleriyle üstünde bir şeyler yazan sudan alıyordu. İstisnasız her içen, ilk yudumdan sonra “Iyyy bu ne ya!” diyerek su şişesini yere atıyordu. Birimiz de “Ya hu bu millet neden ilk yudumdan sonra suyu şişesiyle birlikte atıyor?” diye uyanamadık. Meğerse su, “gazlı su” dedikleri bir şeymiş. Bizim bu nimete alışmamız birkaç ay sürecekti.
En iyisi otobüse dönüp uyumak gibi görünüyordu. Sabah gözümü açtığımda bozkırda, uzun ama ince bir yolda gittiğimizi gördüm. Şoför direksiyonu sabit tutup yolda uyusa, en az yirmi dakika bir yere çarpmazdı. Otobüsümüz yolda ihtiyaç molası verince indim, tuvalet aramaya başladım. Arkadaşlara soruyorum ama herkes “Tam şurası abi. Ama boşver gitme” diyordu. Sonra tuvaletin gösterildiği tarafa baktım, bir de bizim öğrencilerin seğirttiği tarafa! Millet tuvaleti bırakmış boş arsaya doğru gidiyordu. Hiç oralı olmadım. Doğruca tuvalete gittim. Ücreti girişte peşin verdim, kapıyı açtım. Bir de ne göreyim: Hiçbir şey!
Evet, hiçbir şey! Altı tane tuvalet taşı yan yana dizilmiş. Arada ne kapı, ne pencere, ne duvar var. İlk önce farkına varamadım. İnşaat hâlindedir falan diye düşündüm ama yerden tavana kadar her taraf fayanstı. Ortada tamiratlık bir durumu gösteren en küçük bir emare dahi yoktu. Burada, hacet giderirken günlük sohbetler ve dedikodular yapılıyordu anlaşılan. Sabiha Sertel’in anılarında bu tarz tuvaletlerin var olduğunu duymuş ama inanamamıştım.
Kendi kendime “Tuvalette felsefe yapmayı bırak da hemen çık buradan” demeye kalmadı bizim otobüsün muavini içeri girdi. Girerken gözleriyle beni süzmeyi de ihmal etmedi. Tam çıkmaya hazırlanıyordum ki muavin kardeş yanımda hacetlenmeye başladı. Bir taraftan da beni izliyordu.
Sonradan öğrendim ki bizim bir arkadaş içerdeki durumu öğrenince tuvalet ücretlerini alan kadına “İçerisi kaç kişilik?” diye sormuş. Ardından da tüm ücreti ödeyip öyle girmiş. Sizin anlayacağınız adam tuvaleti kapatmış. Bize de kitaplarda yazılı olanı tecrübe etmek düşmüş oldu. Otobüse döndüğümde tokalaşmak için elini uzatan muavine hiç pas vermedim çünkü buradaki tuvaletlerde su bulunmazdı.
Artık yolun kalan yedi saatlik kısmını bu manzara üzerinden sosyolojik çıkarımlar yapmakla geçirdim. Otobüsteki herkes gördüğü ilginç manzaraları birbirine anlatıyordu. Kendi kendime dedim ki “Bereket versin dil bilmiyoruz. Bir de dil bilsek şuracıkta neler konuşur, neler sorar ve ne dayaklar yerdik!” Öyle ya insan böyle zamanlarda hep sorulmaması gerekeni sorar, öğrenmemesi gerekeni öğrenmeye çalışır.
Çoğu zaman, size garip gelen ve ilk kez gördüğünüz şeyleri fazla kurcalamamalısınız. Yapacağınız keskin değişiklikler bünyenizde farklı etkiler yapabilir. Ne demiş Dağıstanlı Hoca “Madem devrim yaptın, o zaman havyar yemeyeceksin.”
Bu on dört saatlik yolculuktan sonra kalacağımız yurda gelmiş ve eşyalarımızı hazırlanan odalara bırakıp hemen yemekhanenin yolunu korka korka da olsa tutmuştuk. Daha baştan tuvalet travmasıyla başlayınca insanı inceden bir titreme almıyor değildi hani. Bereket versin ki yemekhanenin aşçısı Türk’müş. Böylece üzerimizdeki korku bulutları hafiften dağıldı. Yemekten sonra odalarımıza çekildik. Kazakistan’daki ilk günümüzü böylece bitirmiş olduk.
Davut Bayraklı