Bir gün Bihmed’in önündeki bayiden geçerken Hürriyet Gösteri Sanatlar Dergisi’nin kapağı dikkatimizi çekti: “Yeşil Bahçede Kültür”. Hafızamız bizi yanılmıyorsa şâir İhsan Deniz’in Sezai Karakoç başta olmak üzere bazı düşünür ve şâirler üzerine kaleme aldığı bir yazı düştü önümüze. Daha sonra kendi cümleleriyle tanıtılan bir isim ve üslûp gözümüze çarptı: Nuri Pakdil. Ne yalan söyleyelim, bizi mest etti. Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’a ilave olarak bütün kitaplarını bulduk ve büyük bir iştahla yer içer gibi okuduk, dahası okuttuk. İrfan Fethi Gemuhluoğlu üzerine kaleme aldığı o enfes Bağlanma isimli hatıra denemesinden etkilendiğimiz için tek sayı da olsa Mücahit Asutay ve Ahmet Tokiş’le beraber çıkardığımız Kablo dergisinin epigramı Gemuhluoğlu’nun şu sözüydü: “Hepimiz birer kablo bağlayıcısıyız.” Arkadaşlardan işittiğimize göre bu söz Kur’ân-ı Kerîm hocamız Dr. Nusrettin Başyiğit Beg’in de bir dönem virdi olmuş. Fotokopi usulü çoğaltılan Kablo’yu aynı evi paylaştığımız arkadaşlar kantinde poşetlere sarılı olarak dağıttılar. Epey bir akis uyandıran derginin ikinci sayısını da hazırladık ama para yok. Sağ olsun sevgili Ergin Ögcem finansmanını temin etti. Ne var ki bir akşamüstü Kablo’yu bastıracağımız parayı, Mücahit Asutay’la beraber yediğimiz kuru fasulyenin ücreti olarak Heykel’in üstünde bir lokantaya yatırmak zorunda kaldık. Bir cümleyle Pakdil usta bizim için bir merhale oldu. Onun sayesinde “başkasının söylediği büyük bir hakikati tekrar etmekten, kendi kendine bir yalan uydurup söylemek daha hayırlıdır” sözünü tecrübe ettik. Hülasa biz de hayli sosyal bir adam olduk. Kendimizi yetiştirmeden milleti yetiştirmeye kalktık.
İkinci sınıfta okurken Eflâtûn ile Fârâbî’nin “devletleri filozof-kral yönetmelidir” hükmünü hem mücerret hem de müşahhas olarak ete kemiğe büründüren ve ömrü boyunca evlâd-ı fâtihân olduğunu iftiharla söyleyen Ali İzzetbegoviç’le tanıştık. Hem bilen hem eyleyen hem de hayatın her zaman teorinin önünde yürüdüğünü gözden kaçırmayan bu adam bize Kant, Dostoyevski ve Fazlur Rahman’la Osmanlı tecrübesini harmonize eden bir mütefekkir intıbaı uyandırdı. Hıristiyanlık Yahûdilik ve İslâmiyet’i karşılaştırdığı kısma vurulduk. Klasik kaynaklardan okuduklarımız dâhil o gündür bugündür daha iyi bir tahlile de rastlamadık. Bunu da müellifin realitenin en çıplak ikliminde yaşama sanatına sahip olmasıyla irtibatlandırdık. Böylece “velayet gösterip suya seccade salmışsın/Yakasın Rumeli’nin dest-i takva ile almışsın” diyen Süleyman Çelebi’nin dedesi Şeyh Mahmud’un ifade ettiği gibi Rumeli’de Müslüman olmanın suya seccade serme hâdisesi olduğunu bir kez daha idrak ettik.
İlâhiyatta okuduğumuz yıllarda gündemi süsleyen isim Fazlur Rahman idi. Ahd-i Atik’i tarihselci bir perspektifle okuyan Spinoza gibi o da Kur’ân-ı Kerîm’in dolayısıyla da İslâm’ın aynı gözle okunmasını savunuyordu. Aksak hayvanla kervana karışmak kabilinden biz de bu kervanın peşi sıra epey yürüdük. Deve teşbihleri yapan bedevî gibi varsa yoksa bu Pakistanlı âlim. Bu bakımdan Ahmet Saim Beg hocamızın kelâm derslerinden birini Fazlur Rahman’ın vahiy anlayışını tenkit etmeye tahsis etmesi tesadüf değildir. Son sınıfta Evliyâ Çelebi, Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Köprülü-zâde Fuad, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nurettin Topçu, Refik Hâlid, Yakup Kadri, Hâlid Ziya ve Kemal Tahir’i okuduk. Allah’ı dışarıda değil içeride aramamız gerektiğini, bizi ihyâ edecek damarın nerede olduğunu öğrendik. Fikir hayatımızın yörüngesini tayin etmesi gereken bu isimleri okumaya başladıktan sona Pakdil bize Türkçeyi boğazlayan bir kasap gibi gelmeye başladı. Gördük ki dünya görüşümüzü keyfî dille anlatan Usta’nın yazdıkları söylediklerine söyledikleri de yazdıklarına hiç benzemez. Daha doğrusu kamusun namus olduğuna inanmayan o dille meseleler dile getirilemez; zira dil ve düşünce karşılıklı aynalar gibi birbirini aksettirir. Zihniyet dünyamız ve hayat felsefemiz dilin bünyesinde; dilimiz de zihniyet dünyamız ve hayat felsefemizin yörüngesindedir. Gene aynı sene “nev-heveslik bu ya insan bildiği şeylerde yanılır” diyen Cevdet Paşamızla tanıştık. Bugün de pusulamız olan ve bize düşünce sahasında nasıl bir üslûp takip edilmesi gerektiğini gösteren Paşamızı okumaya başladıktan sonra koltuğu altından çekilen ikbal sarhoşuna döndük. Önceki yıllarda eserlerini döne döne okuduğumuz Fazlur Rahman bize protestan papazı veya içki içmeyen Luther yahut da metafizik olanı tarihî tecrübeye ircâ eden Spinoza gibi gelmeye başladı. Doğrusu Fazlur Rahman’ı okurken insanın sarığı cübbeyi yakıp medreseye tüküresi geliyor. Fazlur Rahman’ı ve Watt’ı attık. Fakat Marmara İlâhiyat’a gelince gördük ki kalb Watt’laşmasa da kafa Fazlur Rahman’laşmış. Nitekim Marmara İlâhiyat Fakültesi’ndeki bir dersinde bir profesörün İSAM’ın kendisine yatırım yapmadığına hayıflanması bizi tekrar hayret makamına yükseltti: “Falan kişiye verilen imkânlar bana verilseydi ben de en az bir Fazlur Rahman olurdum.”
Bütün bunların yanında ağır aksak da olsa Emirsultan, Heykel ve Maksem’de kadîm medrese usulü nahiv, tefsir ve hadis dersleri aldık. Bu ders alma işini İstanbul’da Teftâzânî’nin Şerh-i Akâid’inin okuyarak noktaladık. Klasik kaynaklara yönümüzü çevirmenin ehemmiyetini anladık. Mezuniyet sonrası Kırım Türkü, mâcir bir ailenin damadı olarak bir deve yükü kitapla geldiğimiz İstanbul’da gördük ki talebelik resmî değil fiilî bir hâdisedir. Menzili çok, geçidi yok, uzak bir yol. Yürür de yürür. Gider de gider. “İlim ü irfânı her yerde aramak câiz ve belki elzem” hükmünü veren Cevdet Paşa’nın bir kez daha haklı olduğunu müşahede ettik.
Fatih M. Şeker
Kaynak: Türk Dikkati, Fatih M. Şeker, Dergâh Yayınları, Sayfa: 247-249.
5 Yorum