İnsan, modern çağın getirdiği bulanımdan kaçmak için bazen geçmişin güzel günlerine, tarihin tozlu sayfalarına sığınmayı bir çözüm olarak düşünür. Yaşadığımız zaman dilimi kadim değerlerden uzaklaşmışsa, geçmişte üzerine medeniyetler inşâ edilen tavırlar ve ahlâkî değerler aşınmışsa düne kaçmamak elde midir? Bu durum, insanın tarih ve nostalji sevgisine olan yatkınlığıyla değil de özlenen değerleri mazide bulma ve onları yeniden hatırlama belki de biraz yâd etme durumuyla açıklansa daha doğru olur kanaatindeyim. Dün sahip olduğumuz bir şeyi bugün yeniden elde edemediğimizde ve yarına dair umutlarımızı korumak ve yeşertmek istediğimizde böylesi bir ruh haline kapılmanın kimseye bir zararı olmasa gerek.
Meselenin bir boyutu dün ile ilgiliyken bir diğer boyutu da yarın ile yani gelecekle ilgilidir aslında. İnsan sadece düne bakıp bugününü değerlendirmez. Bir noktadan sonra düne bakmak, bugünün tahlilini, tenkidini yapmak aslında yarına dair bir şeyler söylemek çabası içindir. Dün neredeydik, bugün neredeyiz ve yarın nerede olacağız? İşte en can alıcı sorulardan birisi de buradaki “yarın” kelimesinde gizlidir. Özellikle Batı dünyasındaki edebiyat anlayışı içinden bu meseleye baktığımız zaman karşımıza “ütopya” ve “distopya” romanları çıkar. Geçmişi aslında çok eskiye dayanmıyor gibi görünse de tarihin tozlu sayfaları arasında gezindiğimiz zaman yüzlerce yıl önce “ideal toplum” ya da “yeniden şekillendirilmiş bir dünya” arzusu ile yazılmış bazı eserleri görürüz. Klasik anlamda bu tarz eserleri kaleme alan ilk yazarlar ya içinde bulunduğu toplumun otoritesinden memnun değillerdi ya da o otoritenin şekillendirdiği insan tipinden rahatsızlık duyuyorlardı. Bir başka ihtimalin olabileceği anlayışını diğer insanlara ve gelecek kuşaklara da göstermek amacıyla Thomas Moore “Ütopya”, Fârâbî “Erdemli Şehir”, Tommasso Campanella “Güneş Ülkesi” isimli eserleri yazmışlardı. Farklı zaman dilimlerinde yazılan bu eserler, insanlar daha erdemli toplumların inşâ edilebileceğini, daha güzel bir dünyanın kurulabileceğini anlatmaya çalışıyordu. Ütopya’ya örnek gösterebileceğimiz bu eserlerin dışında bir de “Distopya” romanları var ki, onların varlığı diğerleri kadar eski değil. Yakın bir zaman diliminde gelişen ve yeni bir tür diyebileceğimiz bu eserlerin bilinen ilk örneği Zamyatin’in “Biz” adlı romanıdır. George Orwell’in “Hayvan Çiftliği” ve “1984”ü, Ray Bradbury’nin “Fahrenheit 451”i, A. Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”sı, Ursula K. le Guin’in “Mülksüzler”i, H. G. Wels’in “Zaman Makinesi” ilk akla gelen ve alanında en çok bilinen distopik kitaplardır.
Distopya türünde mutlu bir son kadar mutsuz biten bir finalle de karşılaşabilirsiniz. Hatta bazı kitaplar ve yazarın sizlere sunduğu alternatif dünyadan hiç memnun da olmayabilirsiniz. Ama bir gerçek var ki, o da bu eserlerin kaleme alınırken içinde yaşadıkları topluma ve o toplumun yozlaşmasına verilen tepkiden doğduğudur. Var olan eleştirilirken ortaya konan yeni ne kadar benimsenebilir ya da ne kadar gerçekleşebilir, reel dünyada karşılığı var mıdır gibi soruları da sormanın pek bir anlamı yok. Çünkü bu eserlerin alt metninde her zaman sistemin ya da devlet politikalarının eleştirisi yatmaktadır. Batı dünyasında yaygın olarak kullanılan bu yöntem bize Batı toplumunun sosyolojik yapısıyla ilgili bilgiler verebilir. Ama neticede bu, okuduğumuz romanların hayali bir gelecekte ve hayali bir zamanda olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bu noktada eserin alt metnine girmek, yazarın eserini kaleme alırken nereden hareket ettiği ve hangi politik saikler eleştirmek adına bunu yazdığını bilmek, aslında neyi eleştirdiğini ve neyi kurmak istediğini bize anlatmaya yeter.
Dilin ve kültürün bir parçası olarak kabul edebileceğimiz distopya romanları geçmişi ve bugünü dilediği gibi eğip büken, ondan farklı şeyler ortaya çıkaran bir alandır ki bu sebeple zihin dünyamıza yeni kapılar açacağı son derece açıktır.
Cesur Yeni Dünya – Aldous Huxley
Roman, son derece ütopik bir girişle bizi karşılar. Karşımıza çıkan insanların farklı sınıflandırmalara ve “artı-eksi” gibi ayrımlara tâbi tutulduğunu görürüz: Alpha, Beta, Gamma, Delta ve Epsilon. Bu sınıflar da kendi içinde artı ve eksi olarak daha küçük gruplara dağıtılır. Bir kast sistemi olarak dizayn edilen bu yapının en tepesinde ise Alpha’lar bulunur ve Alfa’lar dışında kimse için doğal doğum yoktur. Diğer sınıftaki insanlar seri üretimle tüplerde oluşturuluyorlar.
Fahrenheit 451 – Ray Bradbury
Roman, kitapların yasaklandığı bir gelecekte geçiyor. Bu gelecekte itfaiyeciler yanan evleri söndürmüyorlar çünkü evler yangına dayanıklı olarak inşâ ediliyor. Bunun yerine sistemin tehlike olarak gördüğü ve gözünden kaçırdığı kitapları arayıp, bulup yakıyorlar. Ana karakter olan İtfaiyeci Montag, kitapları yakmanın mantığını sorgulamaya başladığı zaman öğrenmeyi, kültürü benimsiyor ve sonunda kaçınılmaz olarak isyan ediyor. İtfaiyeci iken hiçbir şeyi sorgulamayan bir minik emir erinden, hayatta kalmak için kaçmak zorunda olan bağımsız, düşünebilen, özgür bir adama dönüşümü de böylece başlıyor.
George Orwell – 1984
Totaliter bir rejimi anlatıldığı roman, pek çok distopik öykü için temel olmuştur. Anlatımı bazı eleştirmenler tarafından çok güçlü görülmese de, kitap, bu türün en bilinenidir. Kitapta dünya, halkın üzerinde olağanüstü bir kontrol sağlama amacında olan üç süper güç arasında bölünmüş, mahremiyet; köhne, çağ dışı bir kavram haline gelmiştir. İnsanları izleyen ve onların her hareketini takip eden tele ekranlar her evde mevcuttur. Ana karakter Winston, devlet tarafından, geçmişi yeniden yazarak tarihi değiştiriyor. 1984, bir devletin, gerçekleri ve haberleri değiştirerek halkını sürekli nasıl manipüle ettiğini detaylı bir şekilde gösteriyor.
Yevgeni İvanoviç Zamyatin – Biz
“Ben” kavramının yok edildiği, yerine “Biz” kavramının benimsendiği bir toplumu anlatan romanda bireysel özgürlük ortadan kaldırılmış ve halka da esaretin doğru olduğu fikri kabul ettirilmiş. Böyle kurgulanmış bir toplumda da tek hâkim güç olan devlet her şeye karar veriyor. Rus devriminden sonra yazılan eser “distopya türü kitapların atası” olarak tanımlanır.
Davut Bayraklı