İnsanın en önemli özelliği akıl sahibi olması yanında son derece aciz bir varlık da olmasıdır. Acizliği doğar doğmaz, yıllarca anne ve babasının şefkatine muhtaç olması ile başlar ve bir ömür çeşitli tezahürler ve çeşitli bağımlılıklarla devam eder. Bu apaçık bir gerçek olmasına rağmen, insan acizliğini unutmayı pek sever. Kendini kusursuz görmekten hoşlanır ve dahi kusursuz görülmekten… Analitik psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung; “Kimse bir başkasını yargılayacak kadar kusursuz değildir. Ama bazıları bu hakkı kendinde görebilecek kadar hadsizdir.” derken, insanın hadsizlikte sınır tanımadığının ve başkasını yargılarken kendinin körü olduğunun altını çiziyordu. Peki neden böyle?
Çoğulu “hudut” olan “had” kelimesi sözlüklerde “iki şeyin birbirine karışmasını önleyen şey, bir nesnenin uç ve kenar kısmı, sınır, tanım” gibi manalara gelir. O halde hadsizliği; sınırı aşmak, başkasının alanına girmek, sınır tanımamak gibi anlamlarla karşılayabiliriz. Bir insan haddini aşıyorsa, aslında duracağı yeri bilmiyordur. Bunun sebebi ise ya başkasının sınırlarını kâle almamaktır ki bu da kibirdir ya da tamamen kendinden gaflettedir. Her hâlükârda insan haddini aşabilen ve aştıkça yeni hadleri aşmak için kendinde cüret bulan kibirli bir varlıktır. Belki de bu kibri, acizliğini saklama ihtiyacının bir sonucudur. İnsandan her şey beklenir.
Klasik mantıkta “had” yani “tanım” bir şeyin ne olduğunu açıklayan sözdür. Bir şeyin ne olduğu ise onun özüne dair belirgin vasıfların açıklanması ile gerçekleşir. Mesela insanın tanımı yapılırken yakın cinsi olan “canlı” ve yakın faslı (ayrım) olan “akıl sahibi” olması öne çıkarılarak “İnsan akleden canlıdır” denir. Böylece insanın ayırıcı vasıflar belirtilmiş olur ve biz de tanımlanan şeyin ne olduğunu anlarız. Kısacası had yani tanım, bir şeyin özünü anlamak için sınırları çizmekten ibarettir. Bu kapsamda birinin, bir başkasını yaptıkları sebebiyle yargılayabilmesi için bilgiye ihtiyacı vardır. Bu bilgi ise yargılanan kişinin özüne dair olmalıdır. Fakat hiç kimse, bir başkasının özüne dair yeterli bilgiye ulaşamaz. Hatta niyetinin ne olduğu bilgisine bile vakıf olamaz. O halde hiç kimsenin bir başkasını yaptıkları sebebiyle yargılama hakkı yoktur. Eğer yargılarsa bu hüküm mantıken hatalı olur. Çünkü eksik bilgi ile hüküm verilmiş olur.
Yargılama, bir güç gösterisidir. Bir başkasının hataları sebebi ile yargılayan kişi, kendini üst bir konuma yerleştirip yargı dağıtmaya başlar. Eleştirdiği konuların kendinde olduğunu ya da olabileceğini aklına bile getirmez. Yargılamanın verdiği kibir duygusu ile kendinden emin bir şekilde konuşur. Kendini yerleştirdiği konumun sahici olmamasını ya da bir temele dayanmamasını da dert etmez. Yargı dağıtarak, kendi benini tavaf eder.
Yargılamak, yargılanan kişinin özne yani amaç olmaktan çıkarılıp nesne yani araç olmaya indirgenmesidir. Yargılayan kişi, karşısında sadece bir “kusur nesnesi” görür. Bu sebeple her türlü eleştiriyi hak etmektedir. Yargılayan kişi kendini ise “ahlak timsali” addeder. Böylece yargılarken vicdanı sızlamaz.
Yargılamak, yargılanan kişiyi olduğu konumdan indirmek yani aşağı çekmektir. Kendi kusurlarından rahatsız olan ve bu kusurlarla baş etmek istemeyen insan, genelde başkalarını yargılayarak kendi kusurlarının üstünü örter. Böyle bir yargılamanın sağaltıcı yanı vardır. Bir tür katarsiz… Kendini iyi hissetmek isteyen kişi, yargı kılıcını eline alır ve istediği şekilde sallar. Aklı başına geldiğinde üstü başı kan içindedir. Ama hep başkalarının kanı…
Kendi kusurlarını unutup başkalarını yargılayan her kişi, kendini bir otorite olarak konumlandırmakta, ahlaki bir üstünlüğünün olduğunu iddia etmektedir. Hâlbuki bu bir yanılgıdır. Başkalarını ahlaksızlığı üstünden kendine ahlak elbisesi biçmek, tam bir ahlaksızlıktır. Başkalarının hataları üzerinden kendine doğruluk elbisesi biçmek ise kendini ve toplumu kandırmaktan başka bir şey değildir. Bu sebeple hadsizliktir.
İnsan, illa birilerini yargılamak istiyorsa öncelikle kendinden başlamalıdır. Çünkü kendine dair bilgisinde eksiklik yoktur. Bilen (insan) ile bilinen (insan) aynı olduğu için yargılama hakkı da doğal olarak oluşmaktadır. Hem eylemlerinin, hem eylemleri yaparken niyetinin hem de ruh halinin farkında olan insan, bu tam bilgisi sebebi ile kendini yargılama hakkına sahiptir. Ama bu hakkından vazgeçip başkalarını yargılama yolunu seçen insan, acizliğini belki de kendinde görmek istemediği kötülükleri saklamanın derdindedir. İnsan en çok kendini, kendinden saklayandır.
Sulhi Ceylan
5 Yorum