Gözü Kulağında Olmak

Gözü kulağında olmak” benim uydurduğum bir deyim. Daha doğrusu, bu deyimi herhangi bir yerde okumuş veya herhangi bir kişiden duymuş değilim; kendime mâl edişimin sebebi bu. Göz kulak olmak ve gözü kulağı olmak gibi deyimler var fakat benim gözü kulağında olmak derken kast ettiğim bu ikisinden çok farklı. “Boynuz kulağı geçer” şeklinde söylenegelen atasözüne muhalif yaklaşımım, anlam dünyamda böyle bir deyimin zuhûruna sebep oldu. Aslında niyetim mezkûr atasözünü tekzip edecek bir iki mısra yazmaktan ibaretti; sonra ortaya çıkan bu deyimin altını doldurma lüzumunu hissedince, yazmayı planladığım şiirin bambaşka bir hâle büründüğünü gördüm. Dolayısıyla okuduğunuz yazıda henüz bitmemiş, belki de hiçbir zaman bitmeyecek bir şiirin şerhini yapmış oluyorum. Garip ama böyle.

Hatırlar mısınız, cep telefonlarının Türkiye’de kullanılmaya başlandığı ilk dönemde, yani 2000’li yılların başında, ebatça büyük ve kalın olan cep telefonları vardı. Hatta Nokia’nın 5110 modeli epeyce tutulmuştu. Sonra çeşitli telefon markalarının çok daha küçük ebatlı modelleri çıktı ve yaygın bir şekilde kullanılmaya başlandı. Cep telefonunun işlevi dikkate alındığında, bu evrimin son derece tabiî olduğu söylenebilir. Çünkü cep telefonu esas itibariyle tek el ve kulakla kullanılabilen, taşınabilir ve pratik bir cihaz. Hâliyle mümkün mertebe küçük ve hafif olması beklenir. Sonra telefonlara kamera özelliği eklendi. Akabinde kızılötesi, bluetooth derken mobil internet özelliği eklendi ve nihayet akıllı telefonların satış rekorları kırdığı bugünlere geldik. Fakat ne olduysa oldu, ilk başta büyük ebatlarda üretilen ve zamanla amacına uygun bir şekilde küçülen bu telefonlar, kamera ve internet özelliklerinin eklenmesiyle eskisinden bile büyük ebatlarda üretilir oldu. Bu anlamda tek farkları eskisine nazaran daha ince olmaları. “Tuhaflık bunun neresinde?” diye soranlar olabilir. Şurasında ki, cep telefonunda bulunan kamera, internet, tv gibi özellikler, ne fotoğraf makinasını, ne bilgisayarı ne de televizyonu tedavülden kaldırdı. Bilakis, cep telefonları yenilendikçe diğerleri de yenilendi, diğerleri tekâmül ettikçe cep telefonları da tekâmül etti. Cep telefonu olan bir insan, fotoğraf makinasını, bilgisayarı, tableti ve televizyonu fuzûlî bir ihtiyaç olarak görmüyor. Bunların hepsi veya birkaçı insanların çoğuna göre zarurî ihtiyaçlar mesabesinde. Birinin varlığı diğerini gözden düşürmedi. Pazar ve pazarın sahipleri büyüdükçe büyüdü.

İşin bir başka boyutu ise, cep telefonlarının kulaktan daha çok göze hitap eden cihazlara dönüşmesi. Artık androidler vasıtasıyla konuşmaktan ziyâde onlara bakıyoruz. Androidlerimizi iki elimizle kullanıyor ve gün geçtikçe kamburlaşıyoruz. Cep telefonları giderek amacından saptırılan bir cihaz hâlini aldı. Bunu da tabiî karşılamak gerek çünkü husûle getirilen her nesne aslında bir fabrikanın değil, belli bir anlayışın, kültürün mahsulüdür. Bize ihtiyaç olarak sunulan nesnelerin nasıl bir kültürün mahsulü olduğunu bilmek yararımıza olacaktır. Bunun içinse evvela biz nasıl bir anlayışın, kültürün mahsulleriyiz, bunu bilmemiz gerekiyor. Öyle ya, insanlar da şahsiyet bakımından belli bir kültürden hâsıl olur veya belli bir kültürle şekillenirler.

Maârif-nâme adlı eserinde şöyle diyor Sinan Paşa: “basar her ne kadar kavî olursa hiç sem’ işini bitire mi bilir?” Kitabı yayına hazırlayan Mertol Tulum bu vecizeyi şu şekilde sâdeleştirmiş: “görme ne kadar güçlü olursa olsun işitme işini göremez” (Maârif-nâme s: 324, 325) Sinan Paşa’nın, görmenin karşısına işitmeyi çıkarmasına şaşırmamalı. Bu sözü şerh sadedinde Dücane Cündioğlu’nun Sanat ve Felsefe kitabına müracaat etmek yerinde olur sanıyorum: “Görmek için tek kişi yeter, dinlemek içinse en az iki kişi gerekir. Görmek yalnızlaştırır, dinlemekse, tam aksine, çoğaltır. Bu yüzden karşılıklı konmayı sever bizim insanımız. Konuşmayı.” (3. Basım, s: 145) Bu noktada Türkiye’de insanların kitap okuma oranlarına ilişkin yapılan araştırmaların, insanımızdaki asıl potansiyeli böyle bir mecrada aramanın hiçbir anlamı yoktur. Bizim insanımız için esas olan “satır” değil “sadr”dır. Farkında olmasalar da kodları, DNA’ları böyledir. Bu yüzden bizim insanımız gördüğünden çok işittiğine inanır. Bizim insanımız derken kast edilenin Müslümanlar olduğu gerçeğini hazmedemeyenler varsa kendisini bizden tecrit etmekte özgürdür.

Hiç düşündünüz mü, niçin “gördük ve itaat ettik!” değil de “işittik ve itaat ettik” diye iman etmeleri isteniyor Müslümanlardan? Niçin göz zinası denen bir günah var da kulak zinası denen bir günah yok?  Mesela bilgisayarı, cep telefonunu, interneti veya sair teknolojik aletleri niçin Müslümanlar değil de kâfirler icat etmişlerdir? Sizi bilmiyorum ama ben mütemâdiyen bunları ve benzer şeyleri düşünüp duruyorum. Göz doyumsuzdur. Yavuz Bülent Bakiler’den duymuştum, “gözün karnı yoktur, doymaz”. Bu yüzden bakmalara doyamayız. Görmek fiili, biz Müslümanlar için inşallah cennette Cemâlullah ile müşerref olduğumuz vakit kemâle erecek. Allah’ın gözlerimizi ve basiretimizi kirletecek her türlü fiilden bizi men etmesinin hikmeti bu olsa gerek, Allahualem. Müslümanlar günümüzdeki anlamıyla teknolojinin mucidi olamamışlardır çünkü teknolojik aletler günahı daha kolay işlenir hâle getirmiştir, bugün bir cep telefonuyla birçok büyük günaha girebilmek son derece zahmetsiz ve kolaydır. “Bir günaha sebep olan, o günahı işlemiş gibidir” kaidesini hatırlayalım ve bizi modern teknolojinin mucidi olmaktan koruyan Allah’a şükredelim.

Manzarayı belirleyen nazardır” diyenlere kulak kesilmekte fayda var. Nereden baktığımız önemlidir. Mesela elektriğin faydası üzerine birçok söz söylenebilir. Fakat eğer elektrik geceyi gereğinden fazla aydınlatmak için kullanılıyorsa -ki kullanılıyor- o zaman elektriğin zararlarından bahis açmamız mümkün hâle gelir. Gecenin karanlık olması fıtratı gereğidir, geceyi aydınlatacak kadar ışık ayda ve yıldızlarda mevcuttur. Gece, insanların teskin olması ve dinlenmesi için yaratılmıştır; fazla aydınlatılması gecenin tabiatına, yaratılış hikmetine aykırıdır. Dolayısıyla “neon lambaları büsbütün karartır gecemizi” diyen şair haklıdır çünkü geceye doğru bir yerden bakmıştır.

Başa dönmek gerekirse “boynuz kulağı geçer” sözü benim için müspet bir anlam ihtiva etmiyor. Bu söz sonradan gelenlerin öncekileri geçebileceğini yahut çırağın ustasını aşabileceğini ifade etmek maksadıyla kullanılsa bile, mukayese edilen nesnelerin mahiyetleri farklı olduğundan, bu sözü yanlış buluyor ve pozitivist bir bakış açısının ürünü olarak algılıyorum. Ben boynuzun büyüklüğüne değil, kulağın kalbe inen derinliğine inanıyorum. Derinliğini hesaba katarak baktığımda kulağın boynuzdan daha büyük olduğunu görüyorum. İşte bu yüzden gözüm kulağımda; gözlerimin ve basiretimin nâmusunu koruyabilmek için.

Feyyaz Kandemir

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • bu kadar uzun olmasa çok daha iyi olurmuş.

  • Erdem , 27/07/2017

    Son zamanlarda okudugum en iyi yazi herhalde , ama kulagin da zinasi vardir hadisde gecer kardes 👍

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir