Gir KPSS’ye de işinin adı belli olsun!

Ne zamandır içimde biriken, biriktikçe dibi tutan, pelteye kesen bir derdim var. Nasıl etsem de toparlayıp söylesem diye mecra aradığım bir derdim… Dost meclisleri bunun için biçilmiş kaftandı aslında. Ancak son zamanlarda, içerisinde bulunduğum bu dost meclislerinin gündemi, böyle bir konuya yabancı. Adına “maişet” denen konu, bu meclislerde güncelliğini gün geçtikçe artırmakta. Böyle olunca da ne derdime sıra gelmekte ne de başka bir hayatî meseleye.

Tüm bilimler arasında; dil döndürmekten, kalem oynatmaktan, parmak kımıldatmaktan en çekindiğim alan, sosyolojidir. Çünkü sosyolojik bir söz, yorum ve fikir ortaya koymak, birçok konuya farklı açılardan dokunmak; meseleleri, geniş bir yelpazede değerlendirmek gereğini doğurur. Birinin tarihten, dinden, demografiden, iktisattan, ekonomiden, siyasetten, psikolojiden, felsefeden ve hatta mitolojiden, batıl inançlardan ve sair alan ve bilimden malumatı yoksa, tüm bunlara temas eden sosyolojiden dem vurarak söylediği sözü sığ, yanlış veya en azından yersiz kılması işten bile değildir. İşte içimde birikip duran derdim de bu yönde bir zorluk barındırıyor. Hem birçok sebebi var hem de birçok sonucu… Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal durumu!

Yayına kitap hazırlayan bir editör olarak dertliyim. Şimdiye kadar kime bahsetsem bu vicdanımı kemiren husustan, “Ağlayıp duracağına başka bir iş ara kendine. Mis gibi Kamu Yönetimi okumuşsun, gir KPSS’ye de işinin adı belli olsun” gibi yüksek voltajlı akıl vermelere maruz kaldım. Ya da “Muhasebe bilmiyor musun sen kardeşim, almadın mı üniversitede dersini? Her yer deli gibi ön muhasebe elemanı arıyor. Editörlüğün adı var da kendi nerede?” minvalinde ufuk açıcı (!) yorumlara… Bu sözlerden yola çıkacak olursam beni dinlemedikleri, anlamadıkları aşikâr. Tanışma fasıllarında “Ne işle uğraşıyorsun?” sorusuna verdiğim yanıt karşılığında “Yani şimdi n’apıyorsun tam olarak?” sorularından bahsetmiyorum bile! Gelgelelim; söz konusu derdimin, iş tanımımla pek bir alakası yok. İşimi seviyorum. Ancak derdim, bana şu düşündürücü soruyu sorduğunda, tedirgin de olmuyor değilim: “Bu şekilde nereye kadar?”

Evet, editörüm. 30 yaşında bir editör… Bu alanda yetkin olduğumu asla düşünmüyorum çünkü kişinin âyinesinin iş olduğuna inanıyorum. Üstelik bana, şimdiki konumumun önünü açmış bulunan bir yazarlık kariyerim olduğu halde henüz telif bir eserim de yok. Her biri 360 sayfa civarında 3 koca defteri dolduran şiirlerimin neredeyse hepsi zayıf! İki elin parmağını geçmeyen adamakıllı öykülerimin ve denemelerimin dışındakiler de aşağı yukarı bu evsafta. Yazdıklarımın birçoğunu sürekli beğenmiyor ve bu sebeple az yazabiliyorum. Bu “az yazabilmek” ifadesinde bir yeteneğe vurgu yapan –(a)bilmek eki, günümüzde hiç olmadığı kadar önem kazanmış durumda. Bu yönüyle, “Yazdığın şey, kâğıdı kirletmene değmeyecekse boşuna yazma” diyen yazarın ellerinden öpüyorum. Diğer yönüyle de ilk olarak Davut Bayraklı’dan duyduğum “En iyi, iyinin düşmanıdır” sözünün doğruluğunu da takdir ediyorum. Gerçi bu konular, denizin karşı kıyıları… Ben sahilime döneyim.

Derdimin kaynağı iş tanımım değil, dedim. Evet, editörlüğü önemsiyorum. Ancak hangi editörlüğü? Okurken -tabiri caizse- ağzımızın suyunu akıtan dev yazarların günümüzde klasikleşmiş eserlerinin hemen hemen hepsinin, bir zamanlar, bir editör nezaretinde yayımlandığını düşündüğümde bu editörlüğü, gerçekten başımın üzerinde tutmak istiyorum. Yetenek ve edebî lezzet avcısı feraset sahibi editörleri, şu an bu yazıyı kaleme alırken dahi odamda, ayakta alkışlamak istiyorum. Yazma sevdalısı gençlere yol gösteren, yapacakları okumalarda onları yönlendiren editörleri yürekten kutluyorum. Ancak bu tür idealler için gerekli olan zaman ve zeminden mahrum olduğum gerçeği içerisinde kendimi düşündüğümde de en hafifinden ruhî manada denge kaybı yaşıyor, kendime sorduğum sorularla işin içerisinden çıkamaz bir hal alıyorum.

Farklı saiklerle tepeden inme proje işlerini (yap-işlet-devret gibi ruhsuz, maddî bir şeyden bahsediyorum gibi algılanabilir ancak özel bir yayınevinde kitap bahsinde meseleye yaklaşım, çoğunlukla bu şekilde) yürütme zorunluluğu gibi meseleler, vicdanımla derdimin karşı karşıya gelmesinde başı çekiyor. Evet, anlayabiliyorum, birçok yayınevinde bu işler böyle yürüyor; ticarî ve (kimi zaman) politik kaygılar, lokomotif vazifesi görebiliyor üretim bandı denen sunağa (matbaa ve öncesi) ürün (kitap) sunarken (kurban ederken). Bunda da değişen ve gelişen (!) yayıncılık, reklam, satış, talep ve arz gibi kavramlardaki anlayış farklılaşmasının etkisi var şüphesiz. Bunlar, yüzyılımızda kök salan sektörümüzün göz ardı edilemez gerçeklikleri. Fakat sorun şu ki bunlar, göz içerisine yerleştirilmiş şeffaf lens gibiler. Göz, kendi içindeki bu şeffaf şeyi göz ardı edebilir belki ancak çoktan onunla görmeye alışmıştır. Yani o artık kendisi gibi oluvermiştir gün içerisinde.

Bir diğer husus da yukarıda da değindiğim gibi insanlığın tarih boyu en temel değeri ve varlığı olan kitapların, günümüzde ticarî bir mal olarak algılanması… Bu durumun hem sebebi hem sonucu olarak da yayınevlerinin, ekseriyetle kapitalist bir duruşla, tütsü üreten bir fabrika edasında çalışmaları… “Şu çeşit de olsun”, “bundan da çıkarmadık demesinler”, “bugüne bugün, bilmem ne kadar kitabı olan bir yayıneviyiz” ifadelerinde hayat bulan bir tüccar mantığıdır bu. “Sanat için sanat”, “toplum için sanat”, “Allah için sanat” düşüncelerinin evirildiği günümüz ilkesi olan “para için sanat”, farklılaşmanın temelini oluşturuyor belki de. Bu sebeple kitapçı rafları, tamamen tüketim odaklı şarküteri ve market reyonlarından farksız bir şekilde dizayn ediliyor. “Abilerim, ablalarım! Şekere, tansiyona, kolesterole, ağrılara ve sizi temin ederim ki bilumum derde ve maraza iyi gelen, faydası tüm dünya bilim insanlarınca hayretle karşılanmış, deneyenlerin ağızlarını açık bırakmış bu kür, sadece ve sadece, bugüne özel…” mantık ve üslubunda hazırlanan metinlerle reklam ediliyor. Kitapçılar birer podyum ve vitrin; kitaplar, -büyük ölçüde- kapakları ve -“önemli olan işlevi” denebilecek en bariz şey kitaplar olduğu halde- boyutlarıyla teşhire açılan mankenler; çizerler ve grafikerler ise süslemekte, allayıp pullamakta mahir birer modacı hüviyetine bürünüyor. Yazarlıktaki dehası kadar, Mister Pickwick’in Serüvenleri adlı kitabının ticaretindeki cin fikirliliği ve hüneri ile de takdir edilesi olan Charles Dickens bile böylesi bir yozlaşmayı görse, herhalde Edgar Allan Poe’nun karşısında, ölen kuzgunu için ağladığından  -ki Poe’nun meşhur Kuzgun şiirinin başlığına ilham olmuştu Dickens’in bu sulu gözlülüğü- daha fazla gözyaşlarına boğulurdu.

Hâsılı; EricHoffer’ın Kesin İnançlılar kitabının önsözüne aldığı Montaigne’in, “Bütün söylediklerim karşılıklı bir sohbettir ve hiçbiri öğüt niteliğinde değildir. Bu kadar serbest konuşabiliyorsam bu, başkalarını kendime inandırmak zorunda olmadığım içindir.”sözüne sığınarak diyorum ki; niceliğin niteliğe galip gelmesi, beni umutsuzluğun sınırında gezdiriyor. Türkçe yazdığı(nı zannettiği) ve bir yayınevine gönderdiği dosyasının, -bin bir zahmetle- editör maharetiyle Türkçemize çevrildikten sonra (sırf birileri istedi diye) kitap haline gelmesi; bir de bu yazarın(!), fuarlarda boy gösterip imzalara katılması; üstüne üstlük yazarlık atölyelerinde yazarlık dersleri vermesi, bu camiada bulunduğum için midemin kalkmasına yetiyor da artıyor. Peki, mutlu olanlar kimler? Patronlar ile malumatfuruşlar…

Cüneyt Dal

DİĞER YAZILAR

5 Yorum

  • Mütefekkirhanım , 20/09/2018

    Düşüncelerimin tercümanı bir yazı…
    Wattpad adlı site gençliğin edebiyat ve sanat anlamında en büyük düşmanı…
    Wattpad hakkında da bir deneme yazmanızı istirham ediyorum.

  • İbrahim Orhun Kaplan , 01/08/2018

    Yayinevlerini bu bağlama sürükleyen günümüz okurlarının bir bölümünü tedavi etmek gerekir.

  • Bu kızmalar hep kendine biliyorsun değil mi ? , 31/07/2018

    Sayın Cüneyt Dal’ın sancısı her alandaki ‘piyasalaşma’ değişmeyecek hangi meslek dalı olursa olsun çoğunluk para kazanmak ve daha fazla kazanmak derdinde.. maişiyet derdi. Peki mesleğimizi vesair uğraşımızı diyelim ne vakit parayla değil takasla yapacağız.. şaka bi yana.
    Evet en iyi olamıyoruz sayın cüneyt dal, iyi bir kulda değiliz o vakit terk mi edeceğiz.. yargılamamız bizi umutsuzluğa sürüklememeli evet algı o değil insanların ağızlarını dolduracak laflar pişirmeliyiz belki bu kadar acıda çekmemeliyiz ya da en derine çek acını sayın Dal, ama şunu unutma ahir zaman ve en başta kendimizden sorumluyuz. Eksiğiz bakısız tam değil lakin olma çabasında çalamamalıyız toprağı. Patronlar ve malumatfuruşların günahı ne azizim. Etme eyleme. Mutluluğu paraya indirgedim deme bana. Gayrette tevfikte Allah’tan. Haydi gel imdi biz bi güzel niyet edelim. Mevlam yardımcımız olsun.

  • Sadecebirmete , 31/07/2018

    Biz patronlar para kazanmasından anlarız ve ana amacımız da budur. Keşke siz de bildiğiniz işi doğru yapsanız da bi rekabet ortamı oluşsa. Montaigne’nin de dediği gibi anca sohbet ediyorsunuz.

  • o vüsat taner , 31/07/2018

    Kendi sesini bulmuş bir deneme olduğunu itiraf etmek zorundayız.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir