Fantom Ağrısı Yahut Batı Trakya

Gördüğümde suyunu içmezsem küsecekmiş gibi duran çeşmelerden birinin başında hatıra fotoğrafı çekilmek için hazırlanmıştım. Kafamı sola çevirmiş bulundum. Gözlerim birkaç saniyeliğine ufka demir attı. İşte o an belleğimde belli belirsiz sorular inkişaf etmeye başladı. Saniye dolmadan bir baktım ki porselen gibi sorular düşünce dünyamı ihata etmiş. Dünyanın neresinde bir acı varsa bunu neden en fazla biz hissediyorduk? Bize ne oluyordu da kanayan her yaraya merhem olmaya çalışıyorduk. Hepsini geçtim. Neden bir kuş hüzünlü ötse göğsümüzde sızısını en önce ve en fazla bizim insanımız hissediyordu?

Dakikalar birbirlerinin ölüm fermanını imzalarken “Fantom Ağrısı” çeken bir toplum olduğumuza inanmaya başladım. Herhangi bir uzvu kesilen bir insan zaman zaman sanki o uzvu kesilmemiş gibi o uzvunda ağrı hisseder. Buna “Fantom Ağrısı” denir. Sebebi tıp dünyası tarafından hâlâ bilinmemektedir. Galiba biz buna benzer bir toplumsal sendrom yaşıyorduk. Bizim olmayan, bizim ülkemize ait olmayan acıları sinemizde hissediyorduk ve bunun da sebebini tam olarak bilenimiz yoktu.

Yüksek hudut karakollarında vatani görevini yapan erlerin radyolarının frekansları gibi kesik kesikti düşüncelerim. Kendi yer çekimi kuvvetimi keşfedememenin verdiği o rahatsızlık hissi is kokusu gibi üzerime sinmişti. Hatta bir ara Newton gibi bir elma ağacının altına uzanıp başıma bir elma düştüğünü ve tüm bu soruların cevaplarını bulduğumu bile düşledim. Fakat bunu gerçek hayatta denesem kafama elma yerine en iyi ihtimal saksı düşerdi.

Bazı cümleler vardır, okuduktan sonra ‘bu cümleleri benim kurmuş olmam gerekirdi’ dersiniz. Okuduktan sonra sizden önce sizin Amerika’nızın keşfedildiğinin üzüntüsünü yaşarsınız. Ben bu duyguyu Beşir Ayvazoğlu’nun Alatav’dan Şardağı’na kitabının arka kapağını okuduktan sonra yaşadım. Şöyle yazıyordu; “Bugünkü Türkiye, tarihin belli bir döneminde dünya konjonktürünün dayattığı sınırlar içine sıkışmıştır; bir de sınırları kalbimizde çizili büyük Türkiye var. Çok değil, yüz yıl kadar önce, kalbimizdeki Türkiye’nin reel karşılığı vardı. Onun için Bosna’da, Kosova’da, Karabağ’da, Doğu Türkistan’da, Irak’ta vb. zulme uğrayanların acısını bugün de yüreğimizde hissediyoruz. Kan bağının ve milli sınırların çok ötesine geçip müşterek tarihten ve ortak kaderden beslenen bir duygudur bu.” Daha başka ne eklenebilir bilemiyordum. Sırtım terli iken ayaz yemişe dönmüştüm. İçimdeki hissiyatın kelimelere dökülmüş hali ile karşılaşmıştım.

Kalbimizdeki Türkiye uçsuz bucaksız, alabildiğine geniş. Görülmesi gereken çok yer var fakat kültür coğrafyamızda tarihini en merak ettiğim toprak parçası, suyundan içip, ekmeğinden yemiş olmamdan olsa gerek, Batı Trakya’dır. Daha doğrusu Batı Trakya Türk Devleti’dir. Çocukluğumda taş eksen taş ağacı bitecek kadar mümbit bu arazilerin içinden ne zaman geçsem istisnasız hep üzülür, bir taşın üzerine otururdum. Şu ağaç nasıl da yüzünü Türkiye’ye dönmüş birini bekliyor gibi derdim. Annem elimden tutardı. Anne sen git, ben koşup yetişirim sana diyordum. ‘Anne buraların toprağı bile bize dargın, ayrılamıyorum’, diyemiyordum. Yere düşüp dizim kanayınca çok şükür benim kanım da bu toprağa değdi diyerek içten içe, bilinçsizce seviniyordum. Sonraları anladım ki buna o zamanlar henüz ismini bilmediğim iç sızım sebep oluyormuş.

Bu devletin bilinmemesini doğal karşılıyorum fakat bilenine rast gelince çocuklar gibi seviniyorum. 12 Eylül 1913 ile 25 Ekim 1913 arasında yaşamış ve İskeçe, Gümülcine, Mestanlı ve Kırcaali şehirlerini içine alan bir Türk devletinden bahsediyorum. Başkenti Gümülcine idi. 12 Eylül 1913 tarihinde başkent Gümülcine’den büyük devletlerin elçiliklerine bir bildiri gönderilmişti. Bildiride “Allah’ımıza dayanarak ve benliğimize güvenerek bu günden itibaren İslam’ı, Hıristiyan’ı, Türk’ü, Bulgar’ı aynı hukuka malik olmak şartıyla Garbi Trakya Hükümet-i Müstakilesi’ni ilan eyliyoruz.” deniliyordu. Her gidişimde yüreğimin sızısı olan coğrafyada bir balkan ateşi yanmaya başlıyordu. Tarih yeni bir Türk devletinin doğuşu ile karşı karşıyaydı. Batı Trakya Türk’lerini sahipsiz olarak telakki eden dünya devletleri bir kez daha Türk’lerin devlet kurmada ve teşkilatlanmada ne kadar mahir olduklarını görmüşlerdi.

Osmanlı Devleti, I. Balkan Savaşı’nda Sırbistan, Bulgaristan, Karadağ ve Yunanistan’a karşı ağır bir mağlubiyet aldıktan sonra tüm Trakya’yı kaybetmiş, Midye-Enez sınır hattına çekilmek zorunda bırakılmıştı. 30 Mayıs 1913’te imzalanan Londra Antlaşması’yla Trakya bölgesi büyük ölçüde Bulgaristan toprağı haline gelmişti, ama diğer Balkan devletleri Bulgaristan’ın haksız olarak daha fazla toprak kazandığına inanıyorlardı. Kısa süre sonra Bulgaristan’a karşı savaşa giriştiler. Bu savaş Sofya merkezli bir savaştı. Ve bu yüzden büyük bir fırsattı. Fırsattan istifade eden Osmanlı Devleti 23 Temmuz 1913’te Edirne ve Kırklareli’ni alıp Meriç Irmağı’na dayandı.

Büyük Devletler, Osmanlıların bu ilerleyişine ses çıkarmamanın diyeti olarak Meriç Irmağı’nın öte yakasına geçilmemesini telkin ediyorlardı. Bâb-ı Âli de buna uymak niyetindeydi. Ama asıl sorun Batı Trakya Türklerinin kaderlerine terk edilmiş olmalarıydı.

İttihat ve Terakki’nin en güçlü isimlerinden Yarbay Enver Bey’in Bâb-ı Âli’nin verdiği garantilerin aksine Bulgaristan topraklarına 3.000 kişilik bir müfreze birliği göndermesi ise hemen tepki çekti. Ama Yarbay Enver Paşa vazgeçmedi. Süleyman Askeri Bey, Reşid Bey, Sapancalı Hakkı, Yakup Cemil ve Fehmi Beyler gibi yakın arkadaşlarından 16 subay ve 100 deneyimli askerden oluşan bir birlik oluşturarak Edirne üzerinden gizlice Ortaköy’e gönderdi. Bu birliğin liderliğini, aslında bir teşkilat-ı mahsusalı olan, Kuşçubaşı Eşref yapıyordu. Bunlar bölgedeki Bulgar çetelerini bertaraf ettikten sonra 13 Ağustos’ta Mestanlı’yı, bir gün sonra da Kırcaali’yi ele geçirip burada 600 kişilik bir tabur meydana getirdiler. Bâb-ı Âli’nin daha fazla ilerlenmemesi talimatına rağmen Enver Bey bütün Batı Trakya’nın ele geçirilmesini emredip asker ve subay takviyesinde bulundu. Yeni kuvvetlerle 31 Ağustos’ta Gümülcine, 1 Eylül’de İskeçe kurtarıldı. Bu harekâtların Osmanlı Devleti’nin bilgisi dışında geliştiğini göstermek amacıyla Salih Hoca’nın reisliğinde Gümülcine merkezli Garbi Trakya Geçici Hükümeti kuruldu. Böylece Batı Trakya bütünüyle Türklerin kontrolüne geçmiş oldu. Tarihteki ilk Türk-İslam Cumhuriyetinin kurulmasına böylelikle ramak kalmıştı.

Avrupalı devletlerin baskısına ve Osmanlı Devleti’nin geri dönüş çağrısına rağmen Türk subayları 12 Eylül 1913’te Garbi Trakya Müstakil Hükümeti adıyla bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bu devlet tarihteki ilk Türk Cumhuriyeti olarak artık tarihe geçmişti. Yeni devletin başkenti ise Gümülcine’ydi. Bayrağı ay yıldızlı yeşil, siyah ve beyaz renklerden oluşuyordu. Yeşil İslamı, siyah matemi ve beyaz umudu simgeliyordu. Bağımsızlık marşını ise kıdemli teşkilat-ı mahsusacı Süleyman Askeri Bey yazdı. 24.000’i bölgeden gelen gönüllülerden oluşan 30.000 kişilik bir ordu kuruldu. Silahlar ise İstanbul’dan gizlice getiriliyordu. Ayrıca Batı Trakya adıyla bir haber ajansı ve İndependant/Özgürlük adıyla bir de gazete çıkarılmaya başlandı.

Ne var ki Osmanlı Devleti’nin 29 Eylül 1913’te Bulgaristan ile İstanbul Antlaşması’nı imzalayarak Batı Trakya’nın Bulgaristan toprağı olduğunu resmen onaylaması devletin sonunu getirdi. Üstelik Bâb-ı Âli, devletin kurucularına 25 Ekim tarihine kadar bölgeyi boşaltma emrini verdi.

25 Ekim 1913’te Batı Trakya Müstakil Hükümeti kendini feshetti. Beş gün sonra ise Bulgar kuvvetleri bölgeye yerleştiler. Gözlerden kaçan tek nokta ise Batı Trakya Türk Devleti’nin ordusuna ait silahların ve cephanenin bir gün yeniden lâzım olur ümidiyle saklanmasıydı. O silahlar bir daha kullanıldı mı bilinmiyor. Aynı dağa sırtını yaslayan halk farklı devletlere tebaa oldu. Rodop Dağları’nın Güneyi’nde yaşayanlar Yunan pasaportu, Kuzeyi’nde yaşayanlar Bulgar pasaportu taşıdı, taşımaya devam ediyor.

Sonraki dönemlerde imam, öğretmen ve tacir kılığındaki teşkilatçıların o topraklara Türk-İslam damarını beslemeye gittiklerine dair rivayetler var. Bu savın doğrulanması veya yanlışlanması çok zor olsa da Slav kökenli Pomakların her zaman ben Türk’üm ya da Pomak Türk’üyüm dediklerine şahit olabilirsiniz. Galiba hakikaten bunca hadise ve müşterek yaşanmışlık bugün oradaki acıları sinemizde hissetmemizi sağlıyor. Herhangi bir Türk kahvesine oturduğunuzda yöre halkı sizi ilk önce kucaklar. Ardından konuşmaya başladıkça belgelenmemiş hadiselerden, doğru bilinen yanlışlardan bahsetmeye başlarlar. Konuşur, içlerini dökerler. Sonra, bizleri gücendirmemek için olsa gerek, bizi burada bıraktınız demezler de serzenişe bulanmış şu cümle ile konuşmalarını bitirirler; “Biz burada öksüz bırakıldık, siz Anavatana selam söyleyin.”

 

Muhammed Furkan Kâhya

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir