Nihat İlhan, yapayalnız bir sığınma evinde cenazesini bekleyen o kadının ellerini anlattı.
***
Zihnimin temel taşlarını yıkıyorsun. Asılı kaldığım duvarlardaki resmimi yağmalıyorsun, incinmesin diye yağmur. Acıya eğip gözlerimi, diyorsun; ey yorulmuş insan, şimdi hangi yüzyılın peşindesin? Acın darağaçlarında bir mevsim ve doğurganlığını bırakıyorsun her yere, görüyorum.
Sana da öfkeleniyor diye kuşlar, inciniyorsun. Bir balkıyışta bütün ömrün. Çaresiz havledişleri şavkıyorsun. Ne kadar kırılmışsın yeryüzünü omzunda taşımaktan, ne kadar hallemişler seni yalnızlığa doğru. Oysa sen, hiç konuşmamanın diğer adı. Dile indirgeyişlerin yazdıkları ve bir şehrin en orta yerindeki gömüsün. Kim kırdı da seni böyle yaşamaya küsüyorsun? Yaşamak, bir tünel başında görülen ışık değil miydi senin için? Şimdi sen aradığın ışığın var olmadığı için mi kendine küsüyorsun? Hem doğrusu hiçbir zaman aldanmazdın yaşamın araladıklarına. Sana gösterdiklerine hiç kanmazdın. Şimdi sende mi onlarla var oldun? Eşyan seni de mi kendisine teslim aldı? Madden tek gerçekçiliğin ve gözünde olmayanlar mabedin mi?
İndim işte bende kendime ait kumsallardan. Sana ait tükenmişlikleri geçtim. Kapalı, bir uzun yoldu bütün hazmettiklerin. Ne kadar süzüldüğünü ve dahi ilminden sürüldüğünü bildim. Ben seni yalnızlığınla tanıdım. Şimdi anlatmak istediklerim yapayalnız bir sığınma evinde cenazesini bekleyen kadın elleridir. Tebessümlerim senin kırılgan yansımalarını oluşturur. Deminde kaynayan sözler ise benim yalnızca bir anlık durgunluğumdur. Mabedimi indirdim yeryüzüne ve acıyla şavkıyabiliriz. Deniz gördüm ruhunu, onu onardım. Yazgımın başucunda oturmuş seni şerh ediyorum ve gözbebeklerim sancakların altında uyuyan bir isyandır. Belki bende öyleyimdir, belki de değilimdir. Ama şu anda sadece yaşadığım üzere şahit olduklarımı yazıyorum. İnciniyorsun kuşlardan, seni de görmediler diye. Yağmuru anlatıp, dramdan sağanaklar yapmak istiyorsun. Gözbebeklerini şerh edip, bir şehrin antolojisini yazıyorsun. Deniz kabukları var üstünde, gün ışıklarını törpülüyorsun.
Ve bunca yaşamak dediğin, erindiğimiz bir şövalye.
Şarkıları kapattım. Bugün daha uzuvsuzum. Çünkü gövdemi attım. Maddeden erindim. Sükûna erdi kalbim, yaşamanın perdelerini indirdim. Yaşamak, insanlığı inkâr etmek demişti bir cahil; doğru bildim. Karşı kıyısında ağladım kendimin. Derinliğimi yalpaladım, acıya yeni bir renk verdim. Tuhaf laflar etmek üzere üstümü giyindim. Çarşambadan çıktım yola, ruhum ağulandı. Diz büküp, güz estim. Gürzümü yağmura bırakıp sana geldim. Alıp çıkar gibiydi yüzün, bir teslimiyeti. Sana dair kelimeler biriktirdim yorgun düşmeyeyim diye. Azığım olarak bir kaç nokta toparladım. Ama şahidim olarak hiçbir şey kalmamıştı. Ses tellerimin bir gülüydü ücra yaşamak; mesh ettim, mesken tuttum. Geceyi tam vaktinde onardım, yoksa unutabilirdim. Seni inkişafından tanıdım, acıya onanışından. Bir çizgiyi dışarı taşırken gördüm seni, bir de ellerinin merhem izlerini aldım, tamamladım. Kendime ait bir sayfa ayırdım sende, sadece yorulmayayım diye. Gözlerimi indirdim, mırıldandım. Zincirini geçirmişti hâlbuki zülüf.
Yüreğimde, yüksüneyim diye.
Dedim; çağın açısını dik tutmak için çok uğraştım.
…
Sonra evler oluyorlar.
Yeryüzü her zaman yapayalnız ve ıssız bir ev gibidir. Evler ki, bizi yabancılaşmaya nazır zulümlere uğrattı. Artık evler daha bir güvensiz, daha bir sıkışmışlığı doğuruyor. Evin içinde erkek ve onu temsilen kadınlar. Çocuk, yeryüzünü ceketine koyup gitti. Düşününce kapılarımız bile ayrıldı. Kendimize çift kişilik yeni yeni yataklar bulduk. Kişilikler dahi çoğaldı. Evler, huzursuz olmanın yeni adresi. İnsanoğlu dışarıdan korktuğu için kendisini evlere kapattı. Yeryüzü taşla çalkadı. Evler, topraktan gelip taşa döndürdü bütün hünerlerimizi. Sonra, sonra birden hazır oldum.
Düşündüm ve dedim ki; evler, hep içine kapanıyorlar.
Çok yoruldum, beni evime bırakabilir misin?
Yüzüm, çok çirkin.