Edebiyatımızda Roman – 1

Roman, Latince “halk dili” anlamına gelen ve bu dille yazılan hikâyelere denir. İlk defa Avrupa’dan yazıldığı genel olarak kabul edilir. İhtilaf olsa da İspanyol yazar Cervantes’in Donkişot’undan itibaren (XVII. yüzyılın başları) gelişmiş ve XIX. yüzyılda zirveye çıkmıştır. Birkaç asırda pek çok akımın ortaya çıktığı bu edebî türün kaynağının destanlara dayandığı ileri sürülür.

Umberto Eco, romanın bir kurmaca anlatı olduğunu, doğal olarak yapay anlatı olduğunu ifade eder. Eco, “Gerçekten olmuş, anlatanın olduğuna inandığı veya gerçekten olduğuna bizi inandırmaya (yalan söyleyerek) alıştığı bir olaylar dizisi anlatıldığında, bu bir doğal anlatıdır; dolayısıyla ‘dün başıma neler geldiği’ hakkındaki anlatım doğal anlatıdır. Yapay anlatı ise kurmaca anlatı temsil etmektedir; kurmaca anlatılar, hakikati bir kurmaca söylem evreninde söylediklerini öne sürerler.” diyerek doğal ile yapay anlatı arasındaki farkı belirmekte ve konudaki düşüncesini tüm anlatının bir “yaratı” olduğunu ve kurmaca bir düzenek olduğunu ifade etmektedir.

Roman, 19. yüzyılda Türk edebiyatına girer. Eski Türk edebiyatında hikâye, en geniş tabiriyle “bir olayın anlatımı” şeklinde düşünülmüştür. Bir olayı anlatan tarih, masal, efsane, latife, destan, menkıbe vs. gibi anlatı esasına dayanır.

Ahmet Hamdi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi adlı eserinde romanın neden Türk edebiyatına geç girdiğini şöyle ifade eder: “Müslüman edebiyatlarının orta çağ hikâyesinden romana geçemeyişi bahsinde de hemen hemen aynı cinsten bir yığın sebeplerle karşılaşırız. Bunların başında yine şüphesiz insanın reel hayata inanarak sahip olmaması gelir. Ayrıca psikolojik tecessüsün yokluğunu da söyleyebiliriz. Medeniyetimizin gözü önünde gelişen Rus romanının büyük hususiyetlerinin Ortodoks kilisesindeki aleni müesseselerine neler borçlu olduğunu biliyoruz… Bizce Müslüman hikâyesinin romana istihale (değişim) edememesinin bir diğer sebebi de tenkit fikrinin yokluğudur. Hakikî tenkit, zarurî şekilde tarih fikrine bağlıdır. Hareket noktası olarak maziyi değil, bugünü alır. İslâm fikriyatında bu yoktur.”

Hikâye olarak kullanılan anlatı tarzının Türk edebiyatındaki yeniliklerle halktan kopmaya başlaması kısa süre içerisinde belirginleşir. Roman, Avrupaî tarza uygun yeni bir anlayış ile Türk edebiyatında yer edinmiştir artık. Edebiyatımızda 1861’dan sonra başlayan Batılı roman serüvenini Gürsel Aytaç, Genel Edebiyat Bilimi adlı eserinde dörde ayırmaktadır: Çeviri, taklit, örnek alma ve anlatım tekniği yeniliklerini yerli konularda uygulayarak öz / biçim uyuşmasını sağlayan ulusal sentezi gerçekleştiren roman evreleri…”

Yukarıdaki ifadeyi değerlendirdiğimiz vakit edebiyatımızda ilk görülen romanların birer çeviri olduğunu söyleyebiliriz. Mesela ilk romanımızın, Fransız romanından Fenelon’un Les Aventures de Telemaque adlı eserinden tercüme edilerek edebiyatımızda yer edinmiştir. Bilindiği üzere eseri tercüme eden Yusuf Kâmil Paşa’dır. Daha sonra Theodor Kasap, Victor Hugo’dan Les Miserables / Sefiller (Mağdurun Hikâyesi – 1862)’i, Ahmet Lütfi Efendi Arapça tercümesinden Hikâye-i Robenson / Robenson Cruzoe (1864)’u ve Lesage’den Topal Şeytan (1872)’ı, Recâizâde Mahmut Ekrem Chateaubrian’dan Atala (1872)’yı ve Bernardin de Saint-Pierre’den Paul ve Virginie (1873)’yi, Ahmet Vefik Paşa Voltaire’den Hikâye-i Feylesofiye-i Mikromegas’ı ve Lesage’den Gil Blas’ı tercüme etmişlerdir.

Üstte isimleri geçen çeviri eserler ele alındığında çeviriler için bilinçli bir seçim olmadığı görülür fakat edebiyatımızda etkileri büyüktür ve göz ardı edilemez. Çünkü bunlardan sonra üretilen eserler taklit metodunu ile ortaya çıkar. Bilâhire yabancı romancıların ve roman türünün tanınması ve bunların etrafında roman okuyucularının oluşması, bu çevirilerin etkisiyle başlamıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar, aynı adlı eserinde: “…büyük tesirle yine bu nadir ve tesadüfî tercümeler etrafında oluyordu. Telemaque’ın tercümesinin edebiyatımızda büyük tesiri olduğu iddia edilemez” Naci Çelik, Defter 1: Romanda Hesaplaşma başlıklı eserinde bu görüşü destekleyerek şöyle ifadelerde bulunur: “Romanımızın çeviriye dayanan geçmişini belki de başka açıdan açıklayacaklardır. Çeviriyle edebiyatımıza girmesi ‘taklit ve tanzirle (Örnek alma) gelişmesi romanımıza herhalde pek sağlam bir temele oturmamıştır. Divan edebiyatında mesnevilerin, halk edebiyatımızda halk hikâyelerinin birbiriyle birleşen, birbirlerinden ayrılan, iç içe geçmiş özelliklerle ‘hikâye etme’ biçimi vardı…”

Romanımızın tarihi gelişimi gözlemlendiğinde Tanzimat devrinde bir sorun dikkat çeker. 19. yüzyılın sonlarına kadar hem tür hem de terim olarak hikâye ve roman kavramlarının birbirinden farklı olmaması ve roman denilen bir eser hikâye olarak isimlendirilirken tam tersi durumların da ortaya çıkmasıdır. M. Orhan Okay’ın İlk Romanımız Üzerine Bazı Dikkatler eserinden örnek verilecek olursa, “Namık Kemal kendi romanı İntibah için hikâye dediği gibi Ahmet Midhat Efendi de iki yüz küsur sayfa tutan roman çapındaki Letâif-i Rivayât serisindeki kitaplar için hikâye adını verir. Hatta her biri muazzam macera romanları olan eserlerini bile ‘Hikâye Gözü’ serisi altında yayınlar. 1886-87 yıllarında Beşir Fuad ve Menemenlizâde Tahir arasında başlayıp araya Muallim Naci’nin, Recâizâde’nin, Namık Kemal’in, Fazlı Necip’in karıştığı münakaşalar sırasında da aynı kavram için her iki terim birbirinin yerine kullanılır. Halid Ziya, 1890′dan sonra yayınladığı Hikâye adlı teorik kitabında hikâye diye hâlâ romandan bahsetmektedir.” Bu karışıklık Servet-i Fünûn döneminde de görülür.

Adem Suvağcı

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir