İlkokulda tuttuğum günlükleri saymazsak yazma serüvenim orta birdeyken okul dergisinde yayınlanan bir öykümle başladı. Ete kemiğe bürünmesi ise Edebifikir vesilesiyle gerçekleşti. Nasıl mı? Anlatayım…
Rusya’da güneşi görmediğim, günde ortalama üç saat uykuyla yaşadığım zamanlarda bir rüya görmüştüm. Bir masanın etrafında yedi sekiz tane ben oturmuş bir mesele hakkında tartışıyorduk. Aynı anda konuşuyor ve her birimiz diğer hepimize aynı anda farklı cümlelerle cevap veriyorduk. Zaman yok olmuş da gerçek dünyada yıllara yayılan hadiseler aynı anda yaşanıyor gibiydi. O tartışmadan geriye tek bir söz bile kalmadı hatırladığım. Rüyayı tabir edemiyordum ama sebebini biliyordum. İdrak sınırlarımı zorlayan bu sahne, şiddetli bir fırtınanın ortasında yanmaya çalışan bir mumun mücadelesiydi benim için. Daha önce hiç karşılaşmadığım bir fırtınaya tutulduğum günlerdi…
Karanlığın muhayyilemi esir aldığı zamanlardı. Attığım her adımın merkezinde “neden ya da nasıl” soruları vardı. Düş yorgunluğundan yaşayamaz hale gelmiştim. Tam da böyle bir zamanda idrakin düşünmekten öte bir kaynağı olduğunu bu rüya ile fark etmiştim.
Böyle farkındalıklar beni her seferinde yazmaya götürdü. Yazmak ferahlatıyordu. Ayrıca yazmalı ve zamana kayıt düşmeliydi. Fakat kaosla yaşayan bir zihin, duru berrak cümleleri nasıl bir araya getirebilirdi? Ne yaşadığımı tasvir edecek kadar soğumamıştı kendimle kavgam. Öyleyse bir bahane bulmalıydı anlatmak için. Sanılanın aksine bu bahaneler yani öykülerimdeki karakterler gündelik hayatı paylaştığım insanların izdüşümü değildi. Aksine, Sovyetler mirası üç blok binanın güneş görmeyen odasına sığınarak kendilerinden birçok sebeple kaçtığım insanların, konuşurken gözlerinden akan irinler, ağızlarından boşalan haset, kibir ve nefretin nefsimdeki yansımalarından dikiyordum karakterlerimi. Etimi kazıya kazıya içimdeki kefeni bulmaya çalışıyordum aslında.
İstisnasız her satırı yazarken gözümün önünde aynı sahne canlanıyordu. Bir labirentin içinde gölgesinden kaçmaya çalışan bir adam… Aniden kendini gölgesini kovalarken buluyor. Bir cesaretle kavgaya girişiyor. Her seferinde tek bir hamlelik hakkı olduğu zannıyla, en şiddetli darbeyi indirme telaşı var zihninde… Hangi silahı seçerse kendini daha sert dövecektir? Böğrüne yediği yumrukların acısını kimden çıkaracak, kısası kime karşı olacaktır?
İnsanın kendiyle olan kavgasını anlatabileceğini yeni yeni öğrendiğim zamanlardı. Büyülü bir tarafı vardı bunun. Varoluş sancısı çekmek seçkin insan gibi hissettiriyordu. Saatlerce günlerce kıvranıp durmalar gerçekti, inkâr yok. Fakat anlatmakta biraz sahtelik vardı sanki. İçinde yaşarken elmas, dile döktüğünde plastik boncuklara dönüyor gibiydi. Bir yandan yazarak rahatlıyor, bir yandan sahtelik addettiğim bu durumdan utanıyordum. Her şeye rağmen anlatmak istiyordum. Böylece mümkün olduğu kadar gizlemeyi keşfettim. Bir kitaplık rafına Darth Vader biblosunu gizler gibi insanların hikayeleri arasına gizlemeliydi. Orada durduğunu fakat pek az kimsenin görebileceğini bilerek yazmak biraz olsun teskin ediyordu. Benim değil başkalarının acılarıydı artık bunlar, bu yüzden gerçekliklerini koruyabiliyorlardı.
İbrahim Halil Aslan



4 Yorum