Yazı yazmak için masanın başına geçtiğim zaman sağda solda ne var diye bakan birisi değilimdir. Balzac, ayağını bir leğen suyun içine koymadan, başına yünlü bir şapka takmadan yazamayan bir adamdı ama benim bu tarz takıntılarım yok. Yazmak için masada ihtiyaç duyduğum tek şey bir fikir, bir cümle ya da bir görüntüdür. Eğer bir şey yazacaksam, gün içinde mutlaka bir söz ya da bir cümle elde etmiş olmalıyım. Bunlar olduktan sonra yazı masasına oturduğumda en önemli sorunum ilk paragrafı tamamlamaktır. İlk paragrafı başarıyla yazdıysam yazının gerisi tereyağından kıl çeker gibi geliyor. Bu ilk paragraf takıntısı yüzünden çoğu zaman yazmaya başladığım yazılar yarım kalmıştır. Bazen de ilk paragrafın nasıl olduğuna bakmadan yazmaya devam ederim ve yazı bittiği zaman başa dönüp ilk paragrafı atarım. (Benim atmadığım zamanlarda da Edebifikir editörü ya da Mehmet Raşit o ilk paragrafı atıyordu zaten.)
İnsan kendi yazı hikâyesine geri dönüp bakınca diğer yazarların yazma hikâyelerini daha anlamlı buluyor. Bazı yazarlar, yazı yazmada tutkuyla bağlandıkları noktaları hareket merkezi olarak kullanıyorlar. Mesela bir duruma, bir olaya olan bağlılıkları eserlerinin ortaya çıkmasında ana etken oluyor. Özellikle işiniz yazmak ise, yazarak yaşıyor ve yaşayarak yazıyorsanız bu durum elinizi daha da güçlendiriyor ve ölmez eserler verebiliyorsunuz. İşin bu kısmı benim gibi mesaiden artan vakitlerde yazan kişiler için geçerli değil. Daha profesyonel yazarlardan bahsediyorum yani. Meseleyi bir örnekle daha iyi açıklayabilirim belki. Daha önce de bahsettiğim gazeteci, roman ve hikâye yazarı Ernest Hemingway, yaşadığı çevrede ölüm tutkusuyla bilinen bana göre biraz da tuhaf bir adamdı.
Hemingway, 1899-1961 yılları arasında Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşamıştı. Bu şu demek oluyor sevgili okur: ABD’li Hemingway, iki büyük dünya savaşını görmüş, 1929 ekonomik buhranını yaşamış, Çarlık Rusya’sı gibi bazı büyük imparatorlukların yıkılışını seyretmiş, SSCB’nin kuruluşuna tanık olmuş, sayısını veremeyeceğim kadar iç savaş ve ayaklanmayı bizzat görmüş bir adamdı. Doğal olarak onun yazı macerasında masasının üzerinde duranlar malzemelerden ziyade, kafasının içindekiler etkili olmuştu. Yaşadığı dönem savaş, açlık, kıtlık, ölümler, dramlar hatta bolca insan trajedilerini içinde barındırıyordu. Bu nedenle yazarın eserlerinde de bu olayları görmemiz gayet doğaldı. Yani Hemingway’in, yazmak için masanın bir köşesine kurukafa koymasına ya da ona ölümü hatırlatacak her hangi bir nesne iliştirmesine gerek yoktu. Yaşadığı tarih, bizzat ölümü masasının kenarına iliştiriyordu zaten. Gerçi tam burada şunu da not edelim ki meramımız iyice anlaşılsın: Hemingway, nerede bir savaş, iç savaş, ayaklanma varsa oraya koşarak giderdi. Yazarken ölümden beslendiği kanısını bize kazandıran şey biraz da bu olsa gerek. Bir de yazarın muazzam bir av tutkusu vardı. Av, yani ölüm ve silah tutkusu… Şimdi düşünüyorum da ahir ömründe hayatını noktalamak için av tüfeğiyle kendini vurması ve yazı macerası/yazı tutkusu arasında kullandığı araçlar bakımından gayet açık bir bağ yok mu?
Meseleye eser açısından baktığımızda konu daha da bir berraklaşır. Hemingway’in masasına iliştirdiği bir olay da dünya savaşlarıydı. Bunu da 1929 yılında ilk baskısı yapılan “Silahlara Veda” romanından anlıyoruz. Hemingway’in en önemli romanları arasında sayılan bu eseri, savaşın ortasındaki iki genç insanı anlatır. Bu gençler hem kendi sevgi dolu dünyalarında, hem de savaşın her şeyi yerle bir eden acımasız dünyasında yaşamaktadır. Yazarımız, romanda olağanüstü gözlemleri ve yazım tekniğiyle başarının doruğuna ulaşır, ününe ün katar.
“Silahlara Veda” dışında başka savaş romanları da yazan Hemingway, yazarken yalnız savaşı anlatmakla kalmıyordu, kendi dünya görüşü doğrultusunda savaşın insan yaşamına olan tüm olumsuz etkilerini de vurguluyordu. Demem o ki, sabahın ilk ışıklarıyla yatak odasında yazı yazmaya başlayan Hemingway, yazı masasına illa belirli nesneler yerleştiren yazarlardan değildi. O, daha çok yazı masasına, yazmayı düşündüğü, gözlemlerini yaptığı olayları, olguları ve insanları koyuyordu. Böyle bir ruh haliyle başlayan yazı macerası sonunda eser bitince de isminin ne olacağına dair bir liste yapıyordu.
Yazı masasını anlattığım Hemingway’in bir başka özelliğine daha değinmeden bu yazıyı noktalayamayacağımı düşünüyorum. Son derece sıra dışı bir hayat süren, yaşamı boyunca depresyon ve paranoyadan kurtulamayan Ernest Hemingway (yaşadığı dönem ve olayları göz önüne aldığımızda bu durumun normal görülebileceğini düşünüyorum tabiî), en iyi yazıların âşıkken yazılacağına, yazmaya ara verildiğindeyse insanın içinde büyük bir boşluk doğacağına inanıyordu. “Silahlara Veda” romanının sonunu bir türlü beğenmemiş ve tam 39 defa yazmıştı. (Biz, bu romanı okurken, romanın sonunu kaç defa okuduk acaba?) Hemingway, istediği zirveyi bulana kadar bildiği tüm yollardan oraya tırmanmayı seven bir adamdı zannımca. Yoksa bir eserin sonu için bu kadar çabalamanın başka bir açıklaması olamaz.
Son olarak, yazarlığının yanında gazetecilik de yaptığı için olsa gerek ciddi bir yazar için bu mesleğin yok edici bir özelliği olduğundan bahseder Hemingway. Bu durumu bertaraf etmek için olsa gerek her zaman yazarlığını ya da romancılığını önde tutmaya çalışırdı. Çello çalan, ama dünyada en kötü çello çalan iyi bir romancı olan Hemingway’in yazı masasını gördükten sonra biz de kendi yazı masamızı yeniden düzenleyebiliriz sanıyorum.
Davut Bayraklı