Ümit kesmeden ve kimseye zarar vermeden çırpınmanın onurlu bir mücadele ve karşı koyuş şekli olduğunu vurgulayan Dreyfus Davası, her çağda kabuk değiştirmeyi başarıp bir ibret olarak karşımızda durmaya devam ediyor. Bu dava, suçsuz bir kişinin devlet, toplum ve yargı mekanizmalarının çarkları arasına sıkıştırılarak saman çöpü gibi kamuoyunun önüne atılış hikâyesidir. Yahudi kökenli Fransız subayı Alfred Dreyfus’un casusluk suçlamasıyla haksız yere mahkûm edilmesini ve ardından pişmanlığın şifa dolu acı zehrinden içmemek için yanlıştan dönmek istemeyen Fransız Devleti’nin yanlışta ısrarcı oluşunu konu alır. Dava süreci bireysel suç ithamından ziyade su-i zanna ve itibar suikastına karşı verilen mücadelenin zorluklarını gözler önüne serdiği için sembolleşerek dünya yazınında ve evrensel hafızada yer edinmiştir. Aslında Dreyfus Davası kendi özünde parçalanışın tohumunu taşıyan hazin gerçeklerin er ya da geç ortaya çıktığını da göstermektedir.
Fransızlar 1870 yılındaki Fransa-Prusya Savaşı’ndan yenilgiyle ayrıldıktan sonra Üçüncü Fransız Cumhuriyeti kuruldu. Savaş sonucunda Alsas-Loren Bölgesi’nin yönetimi Prusya’ya geçti. 1870 savaşı olarak da bilinen bu savaştan sonra Fransızlar, Almanları yakın takibe aldı ve casusluk faaliyetleri yoğunlaştırdı. Çünkü bu yenilginin rövanşı olmalıydı. Ordu içinde ve toplumda Alman nefreti yenilgi sonrası artış eğilimindeydi. Fransa’nın Almanya ile olan ilişkilerinde gerilim yaşanıyordu. 1894 yılında Fransız Haber Alma Servisi yani istihbarat birimi, Paris’te görev yapan Alman askeri ateşesinin çöp kutusunda Fransız ordusuna dair gizli bilgiler içeren imzasız bir bordro bulunduğunu öğrendikten sonra suçlunun kim olduğunu öğrenmek için yoğun bir araştırma başlattı. Bu süreçte, Fransız ordusunun topçu subayı Alfred Dreyfus’un adı öne çıktı ve idari soruşturma sonunda vatana ihanet suçlamasıyla yargılanması gerektiğine karar verildi. Çünkü Dreyfus, Alsas-Loren Bölgesi’nden gelen Yahudi kökenli bir subaydı ve bu durum onu dönemin antisemitik atmosferinde hedef haline getirmişti.
İstihbarat Birimi’nin başında olan Albay Sandherr, yardımcıları Binbaşı Henry ve Binbaşı Patty du Clam elbirliğiyle düzmece belgeler hazırlayarak gizli bir dosya oluşturdu. Bu dosya ilk önce savaş bakanlığına oradan da yargılamanın yapılacağı askeri mahkemeye gönderildi. Savunma makamına bu dosyanın varlığı bildirilmediği için söz konusu dosyadaki belgelere karşı savunma yapma hakkı tanınmadı. Lekelenmeme hakkı gibi kutsal kabul edilen bir hakkın varlığının görmezden gelindiği bu süreç sonunda yargılama başlatıldı. Yargılama esnasında beş uzmandan üç tanesi bordrodaki el yazısının Dreyfus’a ait olduğu görüşüne vardı. Söz konusu uzmanlardan biri olan Bertillon, el yazısı konusunda uzman olmamasına rağmen uzman olarak görüş bildirmesine müsaade edildi. Seri ve kapalı olarak gerçekleşen oturumlar sonunda 4 Aralık 1894 tarihinde Dreyfus vatana ihanet suçundan suçlu bulundu ve apoletlerinin sökülmesine karar verildi. 5 Ocak 1895 yılında halka açık yapılan bir törenle Yüzbaşı Dreyfus’un apoletleri, rütbeleri sökülür ve kılıcı elinden alınarak kırılır. Bu hadiseden sonra halk sevinç gösterileri yapar ve 21 Şubat 1895’te halkın nefret söylemleri arasında gemiye bindirilerek Güney Amerika’da yer alan Fransız Guyanası’nda bulunan Şeytan Adası’na gönderilir.
Dreyfus’un mahkûmiyetinin ardından Mart 1896’da İstihbarat Birimi, Alman Büyükelçiliği’nin Binbaşı Esterhazy’ye mektup gönderdiğini tespit eder. Protestanlıktan dönerek Katolik olan ve Yahudi düşmanı olduğu bilinen Albay Sandherr’den sonra birimin başına geçen Yarbay Picquart bu olaydan sonra Binbaşı Esterhazy’yi izletmeye başladı. İzleme sonucunda Binbaşı Esterhazy’nin Alman Büyükelçiliği’ne gidip geldiğini, bir metresi olduğunu ve borç içinde yüzdüğünü öğrenen Yarbay Picquart, gerçek suçlunun başkası olduğu anlamaya başladı. 1894 tarihli gizli dosyayı inceledikten sonra Esterhazy’nin el yazısının bordrodaki el yazısına çok benzediğini saptamasıyla Esterhazy hakkında kanaati iyice güçlendi. Fakat General Boisdeffre ve General Gonse ile konuşan Picquart, üstlerini ikna edemez ve susturulmaya çalışılır. Davanın üzerine gittiği için dönemin Savaş Bakanı tarafından Tunus’a görevlendirilerek Paris’ten uzaklaştırılır.
Bu esnada Alfred Dreyfus’un eşi yargılamada hatalar olduğunu belirterek Millet Meclisi’ne başvurdu. Kardeşi Mathieu Dreyfus ise basında karşı argüman oluşturmak için Bernard Lazare’a 24 sayfalık broşür bastırtıp dağıttırdı. Emile Zola’nın sürece dâhil olmasına vesile olan Lazare ilk ziyaretinde Zola’yı Dreyfus’un masum olduğuna inandıramaz ve Zola sürece ilgisiz kalmaya devam eder. Bu esnada Picquart bildiklerini Senato Başkan Yardımcısı Kestner’e iletir ve Kestner Dreyfus’un suçsuz olduğunu ve iade-i itibar yapılması gerektiğine dair görüşlerini senatoya açar ancak karşılık bulamaz. İlaveten bu görüşü yüzünden basın tarafından hedef alınır ve kamuoyunda kendisine karşı itibar sarsıcı haberler yapılır, yazılar yazılır. Davanın yönünü değiştiren en kritik olay ise Kasım 1897’de Bankacı J. De Castro’nun Le Matin gazetesinde yayınlanan Dreyfus’un mahkûmiyetine neden olan bordrodaki yazının müşterisi olan Esterhazy’ye ait olduğunu Mathieu Dreyfus’a bildirmesi olmuştur. 15 Kasım 1897’de Mathieu Dreyfus’un bordrodaki yazının Binbaşı Esterhazy’ye ait olduğunu kamuoyuna açıklamıştır. Bu gelişmenin ardından Emile Zola Dreyfus saflarına geçmiş ve Senato başkan yardımcısı Kestner’i öven ve onu hedef tahtasına oturtanlara karşı Le Figaro Gazetesi’nde 25 Kasım 1897’de “Gerçek Yürüyor, Onu Hiçbir Şey Durduramaz” başlıklı bir yazı yazmıştır.
Zola’nın yazısından sonra başka delillerle beraber Binbaşı Esterhazy Paris Birinci Savaş Konseyi’ne çıkarılır. Zola Le Figaro gazetesinde peşi sıra ırkçılık ve tutuculuğa karşı iki yazı yazdıktan sonra yazılarını yayınlatacak gazete bulamaz ve broşürlerle düşüncelerini ifade etmeye ve gerçeği vurgulamaya devam eder. Esterhazy 11 Ocak 1898’te oybirliği ile masum bulunur. Ve Yarbay Picquart sahtecilik iddiası ile tutuklanır. Emile Zola 13 Ocak 1898’de L’aurore gazetesinde “J’accuse..!” başlığı ile Cumhurbaşkanı Felix Faure’a açık mektubunu yayımlattı. Bu mektup, kamuoyunda geniş yankı uyandırdı ve Dreyfus’un tekrar yargılanmasına yönelik büyük bir hareketi başlattı. Zola ve gazeteye dava açıldı. Zola bir yıl hapis ve 3000 frank para cezasına çarptırıldı. Mahkeme kararı açıklanmadan Londra’ya giden Zola, İngiltere’deki gazetelerde meselenin ulusal bir mesele olması nedeniyle yazma taleplerini geri çevirdi. 1898 yılının ağustosunda parçalanış tohumları çoktan yeşermiş ve meyve vermeye başlamıştır. 24 Ağustos’ta Esterhazy hal ve hareketlerindeki kötü tutumdan dolayı açığa alınır. Binbaşı Henry 27 Ağustos’ta sahtecilik yaptığını itiraf eder ve 31 Ağustos’ta intihar eder.
En nihayetinde yargılamanın tekrar yapılmasına karar verilir ve ardından Dreyfus ve Zola Fransa’ya geri döner. 18 Temmuz 1899’da Binbaşı Esterhazy Le Matin gazetesinde bordroyu kendisinin yazdığını itiraf eder. Ağustos ayında yapılan ikinci Dreyfus yargılamasında daha hafif suçlamalar olsa da Dreyfus bu sefer ikiye karşı beş oyla suçlu bulunur. Mahkemenin verdiği karar dünyada tepkilere neden olur ve ülkeler 1900 yılında yapılacak Paris Dünya Fuarı’na katılmama yönünde irade gösterince dönemin Cumhurbaşkanı Loubet, Dreyfus’un affına karar verir. Çok geçmeden af genişletilerek Dreyfus davası ile bağlantısı olan herkes affedilir. Bu kişiler arasında Zola ve Picquart da vardır. 1904 yılında ise Dreyfus Davası’nda düzenlenen gizli dosyadaki belgelerin sahte olduğu kesinliğe kavuşunca Yargıtay yeni bir yargılama yaparak ceza alan bütün sanıklara hakları geri verilir. 1906 yılında iade-i itibar sonrası Dreyfus bölük komutanı ve Picquart tuğgeneral olarak orduya geri döner.
Dreyfus Davası, insanların şeytanlaştırma eğilimlerine karşı mücadele etmenin ne kadar zor olduğunun bir vesikası… Rakipleri elemenin en kolay yolu onları ahlaksız olarak lanse etmektir. Aslında bu, kişinin kendisinin ahlaksız olduğunu da gösterir. Kendi ahlaksızlık ve kusurlarını başkalarının üzerinde görmekten hoşlanan insanlar oldukça Dreyfus Davaları devam edecek. İnsanlık, insanlığın kanıyla beslenecek. İşte insanlığın yok oluş hikâyesi…
Muhammed Furkan Kâhya