Doğu’da Bir İnci: Van

9 Ağustos sabahı Tuşba’da bulunan Van şehirlerarası otobüs terminaline vardığımızda sabah namazı vaktinin çıkmasına 20 dakika vardı. 6 saatlik bir gece yolculuğundan sonra şehre varabilmiştik. Otobüsten indikten sonra terminal bekleme salonuna girdiğimizde yerde, köşelerde ve banklarda yatan bir sürü insan gördük. Mescit uyuma yeri olarak mimlendiği için kapatılmıştı. Güvenlik görevlilerine durumun nedenini sorduğumuzda Afganlıların terminali barınma yeri olarak kullanmalarından dolayı böyle bir uygulamaya gittiklerini belirttiler. Uyku sersemliğini üzerimizden attıktan sonra ufacık alanda 60-70 kadar insanın uyuduğunun farkına vardık. Yasadışı yollardan yurda girdiğine dair haber yapılan Afganlılar terminalde oturacak yer bile bırakmamışlardı. Dikkatlice bakıldıklarında prototipin aynı olduğu anlaşılıyordu. 20-40 yaş arası ve sadece genç erkeklerden oluşan bir topluluk önümüzde sere serpe yerlere yayılmıştı. Rahatsızlık veren bu görüntüye şahit olduktan sonra Edremit’e gittik. Çünkü sahil kenarında yürüyüşün, kendi içine doğru katlana katlana daralan gönlümüzü genişletmesine ihtiyacımız vardı.

Edremit Sahili’ni gördükten sonra Van’da göl değil deniz olduğuna ikna oldum. Sahil kenarı peyzajı çok güzel yapılmıştı. Sodalı gölün serin kokusunu içimize çektikçe yürümek ihtiyaçtan ziyade bir keyif haline geldi. Güneşin yüzünü göstermesine az bir zaman kala kız kalesi seyir terasına çıktık. Van Denizi tüm mehabeti ve haşmeti ile tam karşımızdaydı. Güneş doğmasına ramak kaldığını belirtircesine pembe-turuncu oklarını dağın ardından şehre doğru fırlatmaya başlamıştı. Tepenin altındaki ağaçların yeşili revnak bulmuştu. Aydınlık ile karanlığın ortasında her ikisini de reddeden bu panoramik loşluk bizi kendisine tâbi kıldı. Bir süre konuşmadık. Sadece izledik. Van’ın incisi Edremit bizi büyülemişti. Güneş iyice tepeye çıkınca şehir ışığa boğuldu. Şehrin başka güzelliklerini aramamız gerektiğine bu şekilde ikna olduk.

Şehre dışarıdan gelenlerin kahvaltıcı olarak bildiği mekânlara yerliler sütçü diyorlar. Soluğu çarşıda aldık ve Sütçü Kenan’ın mekânına gittik. Türkiye’de genel olarak bilinen kahvaltı malzemeleri dışında murtuğa ve kavut için Van kahvaltısının ayırıcı unsuru denilebilir. Bahçesaray Balı, Çatak Balı, Güroymak Kaymağı, Gürpınar ilçesinin Norduz Bölgesi’ne ait Norduz koyunundan elde edilen sütle yapılan otlu peynir, Van çöreği, cacık, sucuk, yumurta, reçel, tereyağı ve sıcak süt bu kahvaltıda yer alan diğer temel malzemeler… Otlu peynirde hepsi taze olan sirmo, helis, mendi, kekik ve ak pancar otları kullanılıyor. Çömleklerin içinde mayalanıp toprağa gömülen peynirler 4-8 ay arası bir sürede yenilebilir hale geliyor. Bazen peynirlerin yapımında koyun sütüne keçi sütü de karıştırılabiliyor. Otların taze olarak kullanılması gerekliliğinden dolayı bu peynirlerin bahar mevsiminde yapılması olmazsa olmaz bir durum. Çökelek ve maydanozun küp şeklinde kesilmiş salatalıkla birleştiği kendine has cacık servis edilirken yanına sade yağın konulması atlanmaması gereken bir husus. Tereyağında kavrulan una tuz ve çırpılmış yumurta eklenerek yapılan murtuğa doyuruculuk konusunda üst seviyede denilebilir. Sıcak servis edilmesi gerekir. Kavut ise kara buğday ya da arpa ununun tereyağı ile ağır ağır kavrulduktan sonra üzerine pekmez, bal ya da reçel koyulması ile tüketilen bir yiyecek. Tahin-pekmez karışımına benzer bir kıvamı olduğu söylenebilir. İsteğe göre sıcak-soğuk ya da tatlı-tuzlu olarak tüketilebilir. Sütçü Kenan’da hizmetten memnun kaldık ve mekân sahibiyle tanışma imkânımız oldu. Mekânındaki her ayrıntıyı titizlikle bizzat takip ettiği için ünü il sınırlarını aşmış durumda. Bizim orada bulunduğumuz esnada Irak’tan gelen misafirleriyle ilgileniyordu.

O gün öğleye doğru üniversitede 4 yıl boyunca dersleri yan yana takip ettiğim kıymetli dostum Ali Osman beni arayarak misafir etmek istediğini söyledi. Neden haber vermediğimi sorarak serzenişte bulundu. Rahatsız edip işinden alıkoymak istemediğimi söylediğimde öyle şey mi olur diyerek bizi aracıyla alacağını ve gezdireceğini belirtti. Ertesi sabah için kahvaltı sözü aldı. Biraz sonra da Van’da bulunan Hakkarili dostum Adem’le buluşmak için sözleştik. Tecelliye tâbi olduk ve bir baktık ki planımız çoktan şekillenmiş. Öğleden sonra Gevaş’a geçip tekneyle Akdamar Adası’na gidecek ardından akşamüstü Edremit sahilinde buluşup kahve içecektik. Fakat ondan önce Van’ın en ünlü yemeği olan Keledoş’u deneyecektik. Nohut, buğday, yeşil mercimek, pazı ya da ıspanak, çökelek ve kuzu eti ile yapılan leziz mi leziz bir yemek. Kuzu eti soğan ile ayrı kavrulup tabağın dibine yerleştiriliyor. Ondan sonra nohut, buğday, yeşil mercimek ve ıspanak ya da pazı ile beraber keşkeke benzer şekilde pişiriliyor. Sarımsak, pul biber, kekik ve karabiber ana tatlandırıcılar olarak kullanılıyor. Bu bileşim yemek piştikten sonra çökelek ya da kurutla karıştırılarak etin üzerine seriliyor. Kızgın tereyağı üzerine gezdirilip servise hazır hale getiriliyor. Hayatımda yediğim en güzel yemeklerden bir tanesiydi. Ak pancar ya da helis otunun bulunduğu dönemlerde yenilmesi özellikle tavsiye ediliyor. İnsanın dimağında yer ettikten sonra kolay kolay unutulamayacak bir lezzet olduğunu tadını bilen herkes kabul edecektir.

Gevaş, Edremit-Tatvan yolu üzerinde mütevazı bir ilçe… Edremit’e göre hizmet alma noktasında bir hayli geride olduğu ifade edilmeli. Teknelerin doldukça hareket ettiği bir noktaya minibüs ile gelip beklemeye başladık. Ağustos ayı sıcaklığına rağmen deniz üzerinden gelen serin esinti yanaklarımızı okşuyor ve kirpiklerimize varınca ölüyordu. 25-30 dakikalık bir yolculuktan sonra adaya vardık. Biraz yokuş tırmandıktan sonra kilisenin bulunduğu ada tepeciğine ulaştık. Akdamar Adası ve kilisenin kendisi gerçekten çok güzel korunmuştu. Ermenilerden kalma kilisenin içi biraz tahrip edilmiş olmasına rağmen yapının bütünlüğünün korunması takdire şayan. Tekne ile adaya geldikten sonra 2 saatiniz var. Büfe benzeri çeşitli malzemelerin satıldığı bir mekânda çay içip iskemle üzerinde etrafı izleyebilirsiniz. Özellikle adadan Gevaş’a bakarken Artos Dağı’na gözünüz takılacaktır. Ancak adanın her yerine gidiş izni yok. Kayalardan düşüp yaralananların olmasından sonra böyle bir tedbir alınmış. Adanın içindeki tuvaletler çok iyi durumdaydı. Mescit beklenmeyecek şekilde temizdi. İskeleye inerken aşağıdan yukarıya bakıldığında bahar ayında badem ağaçlarının çiçek açtığı bir vakitte ziyaret etmenin güzel olabileceğini düşündüm. Çünkü Akdamar Adası demek çiçek açmış badem ağaçları arasında martı sesleri eşliğinde dünyanın uyanışını şahitlik etmek demekti.

Akşamüstü Ali Osman, Adem, Emirhan ile Edremit’te buluştuk. Hepimizin bir şekilde ortak paydada buluştuğu şehir İstanbul olduğu için kendimizce şehre ilişkin konuşmaya başladık. Ardından Van’ın genel durumuyla ilgili konulara geçtik. 2011 Van Depremi’nin ardından 2 Nisan Caddesi yapılışı ile şehrin hemşerilerine ve kendisine yabancılaştığına dair genel bir kanaat hâkim. Özellikle İranlı turistlerin gelmesinin ardından Van’ın bütün bir şehir olmaktan uzaklaştığı ve birkaç kilometrede bir değişen sosyolojilerin oluştuğu Van’ın yerlileri tarafından ifade ediliyor. İskele Caddesi ile 2 Nisan Caddesi’nin farklılığı gerçekten bizi hayrete düşürmüştü. Her iki cadde arasında yaklaşık 30-40 yıllık bir farklılık olduğu ifade edilmeli. İskele Caddesi’nde çalışan bir hattın minibüs şoförü ile konuşmak için bilhassa ön koltuğa oturduğumda şoförün suç oranının artışından ve şehirdeki anonim unsurların daha fazla görünür oluşundan şikâyet etmesi dikkatimi çekmişti. Şehrin kompakt sayılabilecek yapısının depremle bozulduğunun ve ardından çatlaklardan sızan yabancı unsurların boşluklardan faydalanarak şehrin eski kompakt yapısına ulaşmasını engellediğini düşünmüştüm. Masadan kalktıktan sonra şehrin zorunlu olarak aldığı yatırımların şehrin eski anatomisi ve fizyolojisini yakalamasını sağlayamadığı hususunda artık emindim.

Tuşba’nın Bardakçı Mahallesi’nde yaşayan dostumun bize sunduğu kahvaltı dün yaptığımız kahvaltıya nazaran çok daha çeşitli ve etraflıydı. Kahvaltıya başladıktan sonra Van kahvaltısının usulüyle ilgili ayrıntılı bilgi edindik. Açıkçası o an, Van kahvaltısının bir kahvaltıcıda değil ancak evde yapılabileceğini düşünmeye başladım. Ahlat patatesinden tutun da Van’a özel kimyonlu sucuğa kadar her şey önümüzdeydi. Hepsi ev yapımı birçok çeşit reçele ilaveten murtuğa, kavut, cacık, tereyağı, bal ve kaymağın hepsini yememiz mümkün değildi ama hepsinden hatırı sayılır şekilde tattık. Geniş, denize sıfır ve çeşit çeşit meyve ağaçlarının olduğu bahçe tam anlamıyla sade ve güzel yaşam alanı olarak tanımlanabilir. Bahçede dalından koparttığımız tekerlek elmasının tadını unutmam mümkün değil. Bu vesile Ali Osman kardeşime teşekkür ediyor, güzide validesine bize hazırladığı kahvaltı için hürmetlerimi buradan tekrar iletiyorum.

Daha sonra Van Kedi Evi’ni ziyaret ettik. Birbirinden güzel beyaz uzun tüylü ve farklı renkte gözlere sahip kedilerin olduğu bina, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi kontrolünde kedilerin soyunun tükenmemesi amacıyla hizmet vermekte. Bir kedi için her şey düşünülerek tasarlanan faaliyet, kültürel kamu hizmetlerinin en büyük örneklerden birisi olarak gösterilebilir. Oradan ayrıldıktan sonra son durağımız olan Van Kalesi’ne doğru yol almaya başladık. Kale dibinde halk arasında mıtrıp denilen roman vatandaşlar yaşıyor. At arabaları ve atların düzlüklere salındığını gördüğünüzde yine sert bir sosyolojik geçişin yaşandığını fark ediyorsunuz. Van Kalesi çok büyük bir tepenin üstüne kurulu, her yerini gezmek için en az 1,5 saatlik bir zaman ve ayak kuvveti olmazsa olmaz. Hemen dibinde il müzesi var ancak pazartesi günü kapalı olduğu için ziyaret edemedik. Kalenin en yüksek noktasından Van Denizi yeşil bir düzlüğün devamı olarak gözüküyor. Işığın çok fazla olmadığı vakitlerde fotoğraf çekimi için çok cazip bir yer olan kale kalıntıları muhteşem bir gezi alanı. Van Kalesi’ne birisi kaçak olmak üzere iki giriş yolu var. İlki müze tarafındaki giriş, diğeri kalenin deniz tarafında kalan düzlüğünden ilerleyerek gidilen bilinçli olarak açık bırakıldığı düşünülen bir yer. Müze kartımız olmasına rağmen bu yolu tercih ettik. Giderken yol üzerinde inek sürüleri, mıtrıplar ve su akan oluklara denk geldik. Kale şehrin her noktasına nazır ve hâkim. Kadim aklın isabetli düşünüşlerinden bir tanesi olan bu yapı genel itibariyle ziyarete açık ancak daha iyi olabilecek noktalar olduğunu da söylemekte fayda var.

Her şehrin hikâyesi başka, her insanın olduğu gibi… Yaşadığımız coğrafyada heterojen insan topluluklarının bolluğu bir nimet olduğu kadar insanı düşündüren bir durum. Ortak bir paydada toplanmanın çok zor olması üzerinde özellikle düşünülmesi gerekiyor. Merhum Ali Fuat Başgil bu durumu esas meselelerinde uzlaşamamış olmak olarak tanımlıyordu. Ülkemiz için bu tespit yapıldığında takvimler 1950 yılını bile göstermiyordu. Aradan geçen onca zamana rağmen bu hususta arpa boyu yol alamamış olmak meselenin giriftliğine dair bir fikir veriyor. Cumhuriyetin 100. yılında üzerine en çok konuşulması gereken hususun belki de bu olması gerekiyor. Birlikte yaşama kültürüne dair öznelliklerin bir potada eritilerek nesnel ilkeler üzerine oturtulup tanımlanmaya çalışılması önümüzdeki asrın en büyük çabası ve temel meselesi olmalı.

 

Muhammed Furkan Kâhya

      

 

 

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir