Derisini Değiştiren Yılanın Hayreti 17

Ölüm düşüncesi sürekli gündemimizi işgal etse de, bir şekil kendini hatırlatmayı başarsa da Ludwig Wittgenstein, “Ölüm, yaşamla ilgili bir hadise değil, ölüm yaşanmadı” der. Bütün söylemlerimiz, ölüm üzerine nutuklarımız ve dahi sayıklamalarımız yaşanmayan bir konuya dair ve bu sebeple mesnetsiz ve hatta kanıtsız. Bir türlü künhüne erilemediği için konulardan bir konu olarak değil başat bir unsur olarak hayatımızda kendine yer buluyor. Bazen tanık olduğumuz trajik bir kaza ile, bazen umutsuz anlarımızın verdiği acı ile, bazen de okuduğumuz bir kitabın tedaileri sebebiyle kendimizi ölümü düşünürken buluyoruz. Açıkçası hiçbir filozof ölüm meselesini efradını cami ağyarını mani bir şekilde açıklayamadı. Açıklayabileceklerini de sanmıyorum. Çünkü ölüm tecrübe edildiği an, tecrübe eden kişinin yaşam sıfatı elinden alınıyor. Peki ne olacak? Olacak olan şu: Ya sonuçsuz düşünceler içinde kıvranacağız, ya ölümü unutmaya çalışacağız ki bu imkânsız, ya da teslim olup ölümü hayatın içinde bir gerçeklik olarak kabul edip Allah ile buluşma anını bekleyeceğiz.

***

Teoman Duralı düşünmeyi “kendiliğinden kendi içine düşmek, kendine dönmek” olarak tanımlıyor. İnsan düşünen bir varlık dediğimizde aslında kendine dönebilen bir varlıktan bahsediyoruz. Yirmi dört saat kendini hissedebilen bir varlık. Dolasıyla düşünmek kendinde olmayı ve kendiliğini bilmeyi öngörüyor. Bu sebeple olsa gerek deliler ve sarhoşlar düşünme halinden muaftırlar. Düşünmenin sonucu başka bir deyişle meyvesi ise bilgidir. Kendinde olan, kendinden firar etmeyen, kendi içine düşmek için gayret eden insanın sorgulamaları sonucu vardığı bilgi, kendisinin katili olabildiği gibi kurtarıcısı da olabilir. O halde tutarlı ve bir sistem dâhilinde düşünmek gerekiyor. Serazat ve mesnetsiz bir düşünce eylemi insanın kendisini kör bir kuyu haline getirir ki bu da boğulmakla sonuçlanır. Kendine dönmek isteyen insanın kendine boğulması ise düşünce kazası değil de nedir?

***

Diyalog, iki ya da daha fazla kişinin karşılıklı konuşmasına deniyor. İnsan bir diğeri ile diyaloğa girebildiği gibi kendisiyle de diyaloğa geçebiliyor. Bu durum sadece insana has. Yani kendiyle konuşmak aslında insan olmaya özgü bir durum. İnsanın kendi ile konuşması dediğimiz an ikilikten bahsetmiş oluyoruz. Ben ve benden içre ben. İnsan kendiyle konuşurken aslında kiminle konuşur? Yoksa bir bedene hapsolmuş akılla kalp, nefis ile ruhun diyaloğundan mı bahsederiz? Konuya mertebeler teorisi ile yaklaşabiliriz. İnsana Allah tarafından ruh ilka edilmiştir. Ve bu ruh insanın yani ülkesi olan bedenin durumlarına göre hallenir. O halde ruh tek olduğu halde mertebesine göre nefis, akıl, kalp gibi isimler alır ve bu ismin gereklerini yerine getirir. Bu durumda insan kendiyle konuşurken kendi içindeki mertebelerle konuşur demiş oluruz. Buradaki çokluk izafidir. Var gibi görünen yoktur. Tasavvufi bir tabirle kesrette vahdettir insanın kendi içinde yaşadığı. İşte bu kesreti vahdet kılıcıyla kesmek ise tasavvufun amacıdır. Yani insanın tek’liğe ermesi. Modern hayatın tek gayesi ise insanı çoğaltmaktan ibarettir.

***

İnsanın kendisi olması bir başkası olmaması demektir. İnsanın, haklı haksız dinlemeden güçlünün yanında olması kendi olamadığının göstergesidir. Yine zalimin yanında yer almak kendi yanında yer almamak demektir. İnsanın kendinden her anlamda üstün birinin yanında olması halinde de zaten kendi olmasına imkân yoktur. Çünkü burada da o üstün kişinin kendiliğine ram olmak söz konusudur. Peki insan ne zaman kendi olabilir? Hakikate giden yol ilk başta taklit vadisinden geçer. İnsan taklit ede ede hakikate ulaşabilir. Bu sebeple insanın ilk başlarda kendi olamaması çok doğaldır. Doğal olmayan ise bu kendi olamama süresinin biteviye uzamasıdır.

Sulhi Ceylan

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir