Hepimiz çocukken dünyayı değiştirmek isteriz ve bu gücü de kendimizde buluruz. Ama yaş ilerledikçe dünyayı değiştirmenin hiç de kolay olmadığını, en az birkaç neslin bu işe canhıraş çalışması gerektiğini anlarız. Ve yaşımız arttıkça bu dünya küçülür. Ülke, şehir, ilçe, mahalle, apartman, aile ve en son ben. Yani kişi en son ben’ini eğitmesi ve terbiye etmesi gerektiğini anlar ama ne yazık ki bu anlama dönemi genelde kişinin yaşlılık yıllarına rastlar. Bu durumdaki insanın bir elinde koskoca bir ben ve diğerinde ise sadece birkaç yıl vardır. İşte insanın trajedisi!
***
Seneca “Yaşamın Kısalığı Üzerine” kitabında bütün korkularımızın ölümlülerin duyduğu korkular; ama bütün arzularımızın ölümsüzlerin arzuları, olduğunu söyler. Günübirlik korkularla geçen bir ömür ve arzuların kıyılarında dolanan bir ölümsüzlük isteği… Son derece basit korkular hayatımıza yön veriyor. İşten atılma ihtimali sebebiyle patronuna yaltaklanan ve bir başkası gibi görünen bir insan ne zaman kendisi olabilir ki? İş yerinde yükselmek için her türlü riyakârlığı yapan birinin kendi beniyle arasındaki mesafeyi kim ölçebilir? Örnekler arttırılabilir ama konunun özü, hepimizin büyüttüğümüz küçük korkuların gölgesinde bir hayat yaşıyor olmamız. İşin garibi bir türlü bu korkuların bitmemesi. Biri bitse diğerinin hemen kendini göstermesi.
***
Bazen hayatın binlerce bekleyişten ibaret olduğunu düşünüyorum. Ölümün nihayete erdirdiği binlerce bekleyiş. Sanıyorum bu yüzden olsa gerek Epikuros “Yaşamımızı bekleyişten bekleyişe tüketiyoruz” der. Her bekleyiş aslında bir tükeniştir. Gerçi bekleyiş umudu diri kılar. Hayatta kalmamızı sağlar. Ama bir yandan da içimizde bir şeyleri öldürür. Tamam bazı bekleyişler biter, beklediğimize kavuşuruz. Ama kavuşur kavuşmaz daha büyük bir beklemeye gebe kalırız. Kavuşmanın huzurunu yaşayamadan koskoca bir bekleyiş bize uzaktan gülümsemektedir. Çünkü her bekleyiş aslında sessizce arkamızdan bizi takip eden ölüm kümesinin elamanlarından biridir ve bekleyiş kümesinin dolması aslında doğduğumuzda andan itibaren beklediğimiz ölümün gelişidir. Evet Godot hiç gelmez. Çünkü saçma ve anlamsız hayatlarımız Godot’nun gelmesine engel olur. Çünkü hiçbir zaman beklememiz iradi değildir. Şartlar ve menfaatler bizi bekleme istasyonunda bir yolcu kılar ve bu sebeple Godot gelmez. Ama ne yapar eder zorunluluklar sebebiyle geldiğimiz istasyona kendi isteğimizle geldiğimize kendimizi inandırırız. Halbuki insan en çok kendini kandırmak için bekler de bekler.
***
İnsan ölümü nerede taşır? Rilke, içinde diyor. İnsan ölümü içinde taşır. Belki insanın ölümü içinde büyüttüğünden bahsediyordu Rilke… Yavaş yavaş, kendini ürkütmeden. Hatta mümkünse unutturarak. Ölüme makyaj yaparak. Çünkü her insan profesyonel bir oyuncudur. Biteviye makyaj yapar. Kendini kanıtlamak ve varlığından haberdar etmek için biteviye makyaj yapar. Duygularına, fikirlerine, fiillerine ve dahi yüzüne. Çünkü insan için en önemli şey varlığını devam ettirmek ve bu varlığa toplumda yer edindirmektir. Yani her insan aslında başkaları için yaşar. Başkaları için nefes alır, giyinir, çalışır. Çünkü insan Allah’ın kendisinden razı olup olmadığını bilemediği ve bu çetin yola katlanamadığı için soluğu hemcinsinde bulur. Başkaları tarafından sevilmek, saygı duyulmak ve başkaları üzerinden varlığını hissetmek insanın aslında “ben” değil de “biz” olduğunun kanıtı değildir de nedir!
Sulhi Ceylan
5 Yorum