Hayatın bir tiyatro olduğunu ben de düşünmüşümdür. Dünyanın koskocaman bir sahne olduğunu da… Bu tiyatroda bazı insanlar sahnedeyken bazı insanlar izleyici koltuğundadır ama durum sürekli değişir. Yani her insan vakti geldiğinde bir şekilde sahnedeki rolünü oynar ve yine her insan vakti geldiğinde izleyici koltuğuna kurulur. Bu değişim öyle bir akıcı ve hayret verici şekilde gerçekleşir ki insan tiyatroda olduğunu unutuverir. Bir diğer durum ise izleyicilerin koltuk sırası. Yani bazı kişiler oyunları en önden izlerken çoğunluk ise arka sıralarda yer bulur. Bu ön sıradakiler kendi güçleri ve servetleri ile ön sırada yer bulduklarını sanırlar ama aslında öndeki izleyici koltukları da arkadaki koltuklar için bir sahnedir. Arka koltuklar da…
***
Teoman Duralı “ceset”i; dirim faaliyetlerinin dumura uğraması, ölüm sonucunda cansız kalan vücut olarak tanımlar ve cansız hayvan bedenine ise leş denir diye ekler. İnsanın bedeni ölünce “ceset” adını alırken hayvanın bedeni ise “leş” adını alıyor. Tabiî bu tanımları yapan insan. İnsan kendi ben’ini haliyle diğerlerinden üstün tutuyor ve bu üstün tutma hali ise tanımlarda ortaya çıkıyor. Bu durum insanın kendini diğer insanlarla mukayese ettiğinde de belirginleşir. Herkesin ben’i kendine güzel yani! Vücut bütünlüğünü korumak ve hayata devam etmek ise insanın ana hedefi. Bu hedef doğrultusunda yaşarken karşısına çıkan her şeye isim koyan insan, bu isim koyma faaliyetini yerine getirirken kendi ben’ini her zaman başat unsur olarak görüyor. Hâlbuki pis bir sudan yaratılan insanın kendini üstün görmesi için elinde hiçbir şeyi yok. Hayır “aklı” yani düşünme yeteneği var diyeceksiniz şimdi ama ben de hayır aklını pekala aşağılık zevklerine yem etmekten insan kaçınmaz diyeceğim. Ya bu kadar insan öldürülmesini nereye koyacağız?
***
İnsan en çok kendiyle yüzleşendir çünkü insan her ne kadar unutmak istese de her an kendiyle beraberdir. Bu beraberlik bazen insanın tanımadığı yanlarıyla yüzleşmesine sebep verir ki bu durum rahatsızlık ve kendinden memnun olmama olarak insanda tezahür eder. Peki insan neden tanımadığı ve genelde kendisinde dehşete yol açacak yanlarıyla karşılaşmak istemez? Neden böyle kötü yanları olduğunu kabul etmek istemez? Bu soruların bendeki cevabı insanın kendini iyi biri olarak görmek istemesi ve bu iyiliğini örtecek yanları ile karşılaşmak istememesidir. Fakat insan istediği kadar ötelesin yine de kader önüne kendi gerçeğini çıkaracaktır çünkü insan kendinden kaçamaz.
***
Johann Wolfgang von Goethe; “yardıma çağırdığım şey acılardır; çünkü onlar dosttur ve iyi öğütler verirler” der. Acı deyince aklıma ilk olarak ıztırap gelir. Çünkü acı insanı üzer ve tüm dikkati kendi üzerinde toplar. Acı içindeki insanın acısından başka bir şey düşünmesi son derece zordur. Ama Goethe, acıya böyle bakmıyor. Bilakis acının eğitici ve kemale erdirici yönünü öne çıkarıyor ve bu sebeple acıyı dost olarak görüyor. Bir dosttan beklediği ise tabiî ki zor durumunda kendisine öğütleri ile yardımcı olması. Peki acı nasıl öğüt verir? Burada acı içselleştirilip bir kişilik haline getirilmiş. Yani insanın acısı aslında insanın kendisidir. Tamam, insanın bütünü değildir ama bu kendiliğe dâhildir. İnsanın içinden bir ses olan acının konuşması aslında insanın kendiyle konuşmasıdır ve bu sebeple hiçbir insan bir başkasının acısının köklerine inemez. İnsanın anlaşılmamasını belki de burada aramalı… O halde acı, acı olması hasebiyle her ne kadar istenmeyen bir durum olsa da madem acı çekmemek elimizde değil, en azından acımızın sesine kulak kesilmeyi deneyebiliriz. Bu arada acılar da eğitilebilir, benden söylemesi.
Sulhi Ceylan
8 Yorum