Herhangi bir mesai günü
Yeni bir yenilgiye daha uyanıyorsun. Her sabah Allah’a değil, işe uyanıyorsun. Ev kirası, yemek derdi, yeni telefonunun taksiti için boyun eğmen gerekiyor. Ama kapitalizm sana boynunu estetik bir şekilde eğdirtiyor ve sen eğmedim sanıyorsun. Sonra akşam oluyor, sonra maaş, sonra tekrar akşam. İşte hikâyen…
Katil gün
Her sabah umudun katili olarak uyanıyorsun. Eve ekmek götüreceğim derdi tüm dertlerin merkezinde duruyor. Bu sebeple dertsizleşiyorsun. Bir SMS attığında tüm fakir insanlara yardım ettiğini sanıyorsun. Vicdanın rahatlıyor, sen rahatlıyorsun, zaman genişliyor.
Zamanla düşünmemeye, okumamaya ve yazmamaya başlıyorsun. Bir şey eksik, bir şey ama ne dedikçe, bu eksik yeri yeni bir teknolojik alet ile dolduruyorsun. Eksik yanların kanamaya durunca sağlık sigortan devreye gidiyor. Sigortan atıyor ama hissetmiyorsun.
Hayatı hep çevrimiçi yaşıyorsun. Her şey yalnız kalmanı engellemek için. Bildirim üstüne bildirim… Durup düşünecek zaman bulamıyorsun. Durup düşünmüyorsun!
Hükümsüz gün
Yeni bir kayıpla kalkıyorsun yatağından. Benim suçum yok: “Milyonlarca kadının içinden biri çıkar ve içinizde uykuya yatmış ne varsa canlandırır…” cümlesi kaderim oldu diyorsun. Sessizce giyinip işe gidiyorsun. Ama yine de içindeki o boşluk olduğu gibi duruyor. Anlam veremiyor ve anlam yerine bir çift göze odaklanmak gerektiğine inanıyorsun.
İş yerine giriyor, müdürüne sahte bir selam veriyorsun. İçinde biriken onlarca sözü yine içinde tutuyor ve yılbaşında yapılacak zammı hatırlıyorsun. Sonra sessizce koltuğuna oturuyor ve çay söylüyorsun. Zamanla kahvaltının sadece pazar günleri evde yapılan bir şey olduğuna inanıyorsun.
Derken yine içindeki o şey -her ne ise- ses veriyor. Hemen elin telefonuna gidiyor ve white chocolate mocha siparişi veriyorsun. Bir siparişten diğerine kendini öldürüyorsun da ayıkmıyorsun. Elin klavyeye gidiyor, Youtube’dan “Olan olmuş ne olur!” parçasını açıyorsun. Entelektüel zevklerin tavan yapıyor. Hayat böyle diyor, Whatapps’tan canına gülücük atıyorsun. Dünyayı kurtardığını sanıp hafifçe tebessüm ediyorsun.
İşte o an içinde binlerce duygu intihar ediyor. İçinde toplu katliamlar yaşanıyor. Sen güneş gözlüğünü takıyor ve sistem tarafından sana biçilen o kimliğin arkasından hayata bakıyorsun: Günlük güneşlik!
Artık alıştın kendinin körü olmaya… Kendi körlüğünün integralini yaşıyorsun. Üzerine örttüğün kadın körlüğünü daha da artırıyor, çünkü sürekli kendisine bakmanı istiyor. Sen de gönüllü olarak emredileni yapıyorsun. Düşünme sadece yap mottosu hayat felsefen haline geliyor. Düşünmüyor sadece yaşıyorsun. Yaşadığını sanıyorsun!
Bilindik gün
Gözlerin uykuya hasret bir şekilde uyandın yine. Uyandın çünkü faturalar, kiralar, boğaz derdi vb. Uyandın çünkü toplumda saygı görme isteği, kendini ifade etme ve ispatlama putu…
Önce kapıyı açtın usulca, usulca çocukluğunu, saflığını ve kendini geride bıraktığını bilmeden ve bilmek istemeden çıktın evden. Evden hışımla çıkıp kapitalizmin kollarına atladın. İşe yürüdüğün on iki dakika boyunca elinden telefon eksik olmadı. İnsanların gündemine dâhil olmak için onların gündemlerini kendi gündemin eyledin ama hiçbir zaman kendin kendinin gündemi olmadın.
Derken iş yerine geldin. Günaydınlar, samimiyetsiz gülümsemeler arasından geçerek koltuğuna oturdun. Koltuğa bedenini bıraktın ama ruhunu nerede unuttuğunu hatırlayamadın. Hatırlamak demode oldu diye bir ses duyuldu içinde.
Sonra işine yoğunlaştın. Yoğunlaştıkça kendini unuttun ama patronun gözdesi, evinin direği, arkadaşlarının saygı duyduğu biri oldun ama neye dönüştüğünü bir bilemedin!
Dejavu gün
Hayat, en çok üç nokta işaretine benzer. Ne yaşarsan yaşa bir şeyler hep eksik kalır. Acabalar zamanla büyür içinde. İçinde keşkeler çiçeğe durur. Mesela ansızın ilk aşkını hatırlar ve gözyaşların kendini boşluğa bırakır. Mesela “sevmek ne uzun kelime”dir. Mesela her gün işe giderek içindeki bu “sevmek” kelimesini öldürürsün. Ölerek yaşamayı öğrenirsin ama yine de içinin sızlamasını engelleyemezsin.
Evlenirsin, çocukların olur. İş yerinde karizman ve maaşın artar. Kredi kartların da cabası. Artık işe yürüyerek gitmezsin mesela. Ama yine an gelir o sızı sarar kalbini. Ellerin titrer ve o adı usulca mırıldanırsın. Sonra etrafına bakarsın, seni kimse gördü mü diye! Sonra her zamanki gibi işe koyulur ve kalbini vücudunun en uzak yerine itersin.
Zamanla kalbinin yerini unuttuğunu sanırsın ama nafiledir. Gün bir tren yolu gibi uzadıkça uzar. Düşkırıklarını saklayacak yerin kalmamıştır artık. Zaman yekpare bir şekilde ilerlerken yenildiğini iliklerine kadar anlarsın ve yüzüne hüzün çöker. Bu çöküş hayatının çöküşüdür ama bilmemezlikten gelmeye çalışırsın. Gece damlamaya başlarken sen azar azar azaldığını hissedersin, azalırsın.
Son gün
Uyanacağını sanırsın…
Sulhi Ceylan
3 Yorum