Varlıklı bir aileden gelen ünlü yazar Stefan Zweig, çocukluğundan itibaren kültür ve edebiyat alanına ilgi duydu. Hissederek yaşadı koca bir hayatı. Hassas bir ruha sahipti. Entelektüel ilgisini arttırmak için Latince, Yunanca, İtalyanca, Fransızca ve İngilizce öğrendi. Dönemin en köklü üniversitelerinden olan Berlin ve Viyana Üniversitelerinde felsefe okudu. Her ilgili genç gibi şiirle başladı yazı hayatına. Özellikle Rainer Marie Rilke ve Hugo von Hofmannsthal’dan etkilenmişti ilk şiirlerinde. Sonra Balzac’ı tanıdı. Cemil Meriç, Kırkambarında; “Her mayıs Balzac’la yeniden doğarım. Dante için Vergilius ne idi… yarı yolda bırakan bir kılavuz. Balzac’la başladım yazı hayatına. Zweig ömür boyu yaşamış Balzac’ı ve eserini tamamlayamadan ölmüş.” (s.150) diyordu. İlk dönemlerimde Zweig’ın kılavuzluğunda tanıdım edebiyat dünyasını, sonra ruhumun okyanusunda değişim rüzgârları taşıdı okyanus yalnızlığını..
Zweig, gençlik yıllarında Antartika’yı keşfe çıkan bir seyyah edasıyla Fransızca yazan Paul Verlaine ve Baudelaire’in şiirlerini ilk kez Almancaya çevirdi. Bu çevirilerden sonra uzun seyahatler yapmaya karar verdi. Seylan, Kalküta, Gwaliar, Rangun, Benores ve kadim Hindistan’ın birçok unutulmuş masal diyarını gezdi. Bu yolculuklarına daha sonraki yıllarda Kanada, New York, Küba, Panama ve Porto Riko’yu dâhil etti. Yapılan her seyahat onu daha da olgunlaştırdı.
Yazar, kendini aramayı sürdürdüğü bu seyahatlere Salzburg’a dönmesiyle bir süre ara verdi. Zweig’ın en verimli dönemini burada geçirdiği söylenir. En kaliteli eserlerini kente ve Salzach nehrine yukardan bakan, ağaçlar arasındaki villasında yazdı. Yine bu döneminde sanat ve edebiyat camiasından birçok ünlüyle dostluklar kurdu. Evinin misafirleri arasında Hugo von Hofmannstahl, Franz Werfel, Romain Rolland, Richard Strauss, H.G. Wells, Paul Valery, Arthur Schnitzler, Ravel, Toscanini, Thomas Mann ve James Joyce gibi birçok entelektüel bulunuyordu.
Münih’te iken ‘Yıldızın Parladığı Anlar’, ‘Tarihsel Baş Minyatür’ ve ‘Duygu Karmaşası’ gibi kitaplarını hazırladı. Bu yıllarında bir vefa borcu olarak ünlü ‘Rilke’ye Veda’ konuşmasını yaptı. Yine aynı yıllar Rus Romancı Tolstoy’un 100. Doğum Yılı Etkinliklerine katılmak için bir süre SSCB’de bulundu. 1933’de, Nazilerin iktidara gelmesiyle Almanya’da Zweig’ın eserleri yakılmaya başlandı. Bir ara Gestapo’nun villasını basması sonucu Zweig ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Sürgün yıllarında ilkin Londra’ya yerleşti. Ancak, burada da aradığı ortamı bulamadı. II. Dünya Savaşında Arjantin’e, Paraguay’a, New York’a ve en son ise Brezilya’ya gitti. [Brezilyada iken yazar en sevdiğim kitabı olan “Satranç” öyküsünü de yazmış.]
Zweig, Türkçe’ye bolca çevrilmiş bir yazar: Yürek Çöküntüsü, Bir Kadının Yirmi Dört Saati, Dünün Dünyası, Herkesin Dostu Anton, Yarının Tarihi, Clarissa, Kendileri ile Savaşanlar: Kleist Nietzsche Hölderlin, Üç Büyük Usta: Balzac Dickens Dostoyevski, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar: Casanova Stendhal Tolstoy, Yıldızın Parladığı Anlar, Fouche: Bir Politikacının Portresi, Freud ve Öğretisi, Rotterdamlı Erasmus, Balzac: Bir Yaşam Öyküsü, Magellan, Santraç vb. herkesin severek okuyabileceği çalışmalar. Sanıyorum ki Zweig’in bu kadar çok çevrilmiş olması onun yazılarına her geçen gün artan bir ilginin neticesidir.
Bir kişi kendisinden başka her şeyden kaçabilir. ’Bu hayatta duracak, görecek, hiçbir şey yoktu.’ Ahmet Oktay, Stefan Zweig’e dair yazdığı bir şiirde; ‘Yaralının sesiyle kanar sürgün dil; kovulduğu toprağı dinler, ana toprağı; iz bıraktığı her sınırda. Son kez nasıl da yitiriyorum, Dünün Dünyası’nı. Zaman bir esrimeydi; bir gül kokusu tüm el yazılarında’ diyerek selamlıyordu büyük ustayı. Zweig, birçok şeyden kaçtı fakat kendisinden kaçamadı.
Bir dönem o dünya çapında en fazla okunan yazarlardan biri oldu. Bu ünün zirvesindeyken 23 Şubat 1942 tarihinde genç eşiyle birlikte Brezilya Petropolis’te intihar etti. Ertesi gün yazar için Brezilya devlet başkanının da katıldığı bir cenaze töreni düzenlendi. Haber tüm dünyada hızla yayıldı. Çiftin ölümü herkeste derin bir şaşkınlığa sebep olmuştu. Bu durum Georges Prochnik’in “İmkânsız Sürgün” isimli çalışmasında oldukça ayrıntılı bir şekilde anlatılır. Sürgün, bir aydın için dinmeyen bir ıstıraptır. Zweig, yeni ülkesindeki [Brezilya] yaşama uyum için mücadele etmiştir. Yine de üst düzey bir mülteci olarak uzaktan uzağa baskılara maruz kalmıştı. Bıraktığı intihar mektubunda lisanının konuşulduğu dünyanın mahvolmasından ve manevi bir yalnızlıktan bahsediyordu. Kim bilir belki de bir hayli yaşlı olduğu için tekrar her şeye yeniden başlayacak gücü kendisinde göremiyordu.
“İmkânsız Sürgün”, Zweig’ın olağanüstü yükselişi ve çöküşünü tasvir eden bir eser. Prochnik, bu kitabında Avrupa ve Amerika’da uzun yıllar fikir mücadelesi veren bir yazarın hikâyesini anlatıyor. Bu mücadele neticesinde Zweig, her gittiği yeri terk etmek zorunda kalıyor. Ahmet Oktay şiirinin devamında [Kaç Kişiyiz Kendimizde] ‘İmkânsız Sürgün’ün sonunu anlatıyordu. ‘Yitirdim ayaklarımı sağlam basabileceğim tüm toprakları. Dinledim son kez öteki ucunda dünyanın: Üzünçle çınladı noel çanları. Renkli çam dallarında gözümü son kez kamaştırdı yaşam. Rilke’nin dediği gibi dayanabilmek bütün sorun.’
Beyaz Arif Akbaş