Fasulye tanelerinin şeytan olduğunu düşünen ve ölene kadar bu düşünceyle mücadele eden Pisagor beni her zaman şaşırtmıştır. Büyük yazarların, düşünürlerin birçoğunda görülen takıntılar, onların ruh halini anlamada bana pek yardımcı olmuyor aslında. Çünkü takıntı dediğimiz şeyi insanın zihnini meşgul eden, onu, esas işinden alıkoyan, dikkatini dağıtan ve bir işe yoğunlaşmasını engelleyen bir olgu olarak düşünürdüm.
Mesela Leonardo da Vinci uykuyu kendisine takıntı yapmış bir ressamdı. Günde 2 saat kadar uyuyan bu dahi çocuk, iki saatlik uykusunu da 20 şer dakikalık bölümler halinde ve gün içinde yaparmış. Yine ünlü matematikçi Paul Erdos da uyku konusunda takıntılı olan bir isimdi. İşkolik olan Erdos, daha fazla çalışabilmek için her yolu dener ve günde 4 saatten fazla uyumamaya çalışırmış. Erdos, uyumamak için kahve içmeden tutun da kafein hapına kadar çareler arıyormuş. Söylentiye bakarsanız bazı zamanlar amfetamin hapı bile kullandığı oluyormuş.
Takıntılı insanlar arasında belki de en garibi Michelangelo idi. Batı dünyasında suyun yıkanmak için pek de kullanılmadığını duymuştum. Hatta bir Papa, müslümanlar yıkanıyor diyerek, bir dönem yıkanmayı yasaklamıştı. Ama Michelangelo bu işi çığırından çıkaran bir adamdı. Adeta yıkanmaktan nefret ediyordu ve işi o kadar abartmıştı ki anlatılanlara bakılırsa ayakkabısı, derisine yapışmış. Elbiselerini de yatarken çıkarmayan büyük ressam, mizantropi denilen “insanlardan nefret etme” hastasıydı. Benim hastalık diye tabir ettiğim bu durum, insanın doğası itibarıyla kötü olduğu düşüncesinden çıkıyor. Yani Michelangelo, insanın doğası gereği kötü olduğunu düşünüyor, bu nedenle de istemli de olsa, istemsiz de olsa kötülük yapacağına, yapılan kötülüğe seyirci kalınacağına inanıyordu.
İsmini bildiğimiz ama sıklıkla bir başka adaşıyla karıştırdığımız Diyojen de tuhaf takıntıları olan birisidir. Hatta Türkiye’de yıllarca köşe yazarlığı yapan bir zevat bu Diyojen’i, meşhur Bizans İmparatoru Romen Diyojen ile karıştırdığında alay konusu olmuştu. İşte o zaman ben de kimmiş bu ikinci Diyojen deyip biraz araştırmıştım. Sinoplu bir hemşerimiz olan Diyojen M.Ö 3. yüzyılda yaşamış ünlü bir felsefeciydi. Medeniyeti reddeden ama onun içinde medeniyetten uzak yaşayan Diyojen, kendine bakmayan, insanlardan uzakta ve kir pas içinde yaşayan birisiydi. O gün bugündür de bu sendrom kendi adıyla yani “Diyojen sendromu” diye anılır olmuş.
Thomas Edison denildiği zaman nedense bende hep olumsuz düşünceler oluşur. Bunun nedeni biraz da, bana göre 20. yüzyılın en büyük dâhisi Nicola Tesla’ya davranmasıydı. Nikola Tesla’nın hayatını okumuş ve hakkında belgesel de izlemiştim. İşte o zaman söz verip sözünde durmayan ve bunu bir meziyet gibi gören Edison’a gıcık olmuştum. Yani yakalasam, fırıncı küreğiyle sabaha kadar döverdim. İşte bu adam kafasının içinde küçük insanlar olduğunu düşünürmüş. Bu düşünce bir aşamadan sonra takıntı haline de gelmiş. Belki de bu, ona, hakkını yediği ve kendisinden daha yetenekli olan Tesla’yı sistemin dışına itmeye çalıştığı için ilahi bir cezaydı.
Hiçbir zaman normal bir insan olduğuna inanmadığım Sigmund Freud kokain takıntısı ile bilinen bir isimdi. Çalışmalarını ve ortaya attığı teorilerini her zaman nasıl yazdığını merak ettiğim Freud’un bu takıntısı ya da özelliği beni hiç şaşırtmadı desem inanır mısınız? Zira onun psikanilizm de ortaya koyduğu teoriler, belli bir değer sahibi olan, aklı başında bir insan tarafından dile getirilmeyi bırakın düşünülemez bile.
Freud, kokain bağımlılığı yaşayacağı yerde ünlü mucit Dr. Yoshiro Nakamutsu gibi yüzme bağımlısı olsaydı belki de bilim dünyasına daha güzel şeyler armağan ederdi. Üç bin üç yüzden fazla buluşu olan Nakamutsu yüzme takıntısı nedeniyle birçok icadını suyun altında tasarlamış. Suyun altında olduğu zamanlarda beynine daha az oksijen gittiğini söyleyen bu ünlü mucit, bu anlarda daha verimli düşünebildiğini söylüyor. Normal şartlarda kavga sebebi olabilecek “Senin beynine oksijen gitmiyor mu?” gibi bir diyaloga girseniz hakaret ettiğiniz için eleştiri alabileceğiniz bir durum Dr. Yoshiro Nakamutsu açısından hiç de öyle değilmiş demek ki.
Daha önce de adını sıklıkla andığım ünlü yazar Mark Twain’in bilinen bir takıntısı da kısa yoldan zengin olmakmış. Klasik bir Yeşilçam filmi senaryosu yazımına çıkış verebilecek bu düşünce Twain’de takıntı halini almış. Yazar, bu takıntısını gerçeğe dönüştürmek için o kadar çok çaba harcamış ki, bu durumun yazarlığını olumsuz etkilediği konusunda ortak görüş bildirenler bile olmuş.
Ünlü İngiliz yazar D. H. Lawrence, çıplak olarak dut ağacına tırmanmayı takıntı yapmış birisiydi. Bana göre gereksiz ve saçma olan bu takıntısının kendisine ne kazandırdığını her zaman merak etmişimdir. Rus asıllı ABD’li yazar Vladimir Nobokov da tuhaf bir takıntıya sahipti. Eserlerini ilk başta Rusça kaleme alan yazar asıl ününü İngilizce romanlarla yapmış ama bu arada da kelebekleri takip etme takıntısından vazgeçmemiş. Amerika’nın havasından mıdır, suyundan mıdır bilmiyorum ama orada yaşayan yazarlarda Nobokov gibi takıntılar oluyor demek ki. Mesela ABD’li romancı Flannery O’connor, Nobokov gibi kelebek takip etmek yerine hamam böceği yetiştirme takıntısı kazanmış.
Çam tabutlara düşkünlüğü ile bilinen ABD’li düşünür Katherine Anne Porter için işin takıntı kısmı tabutların Meksika çamından olmasıydı. Yine ABD’li şair Marianne Moore’nin, otomobillere ilham verici isimler bulma gibi bir takıntısı vardı.
19. yüzyıl Alman şiirinin önemli ismi Frederic Von Schiller, şiirlerini yazarken ilham gelmesi için masasının üzerine çürük elma koyarmış. Daha sonra da bu elmanın üzerine toplanan elma sineklerini yakalamaya çalışırmış. Onun bu takıntısını öğrenen genç şair Goethe de eserlerini yazmak için bir kafatasına bakmaya başlamış. Alman felsefesinin tartışmasız isimlerinden olan Immanuel Kant ise yatmadan önce mumya gibi kundaklanarak uyurmuş.
Sonuç olarak yazarların, şairlerin, düşünürlerin hatta felsefecilerin kendi içlerinde bazı olayları takıntı haline getirmesi kişisel bir durumdur. Bunu magazinleştirmek ne kadar doğrudur bilmiyorum. Ama yazı yazacağız diye masamızın üstüne çürük elma koyarak, elma sineklerine pusu atmak, bubi tuzağı kurmak ya da ilham alacağım gayesiyle kafatasına bakarak şiir yazmaya çalışmak normal bir durum değildir. Böylesine tuhaflıklarla yapılan işlerin içine, o işi yapan yazarın, şairin, düşünürün ruh hali de siner diye düşünüyorum. O nedenle daima doğal yollarla yazmak ve üretmek her zaman için en sağlıklı yol olsa gerek.
Davut Bayraklı
3 Yorum