Çürük Elma, Eldiven ve Buzlu Su

Yazı yazmak için tercih hakkım olduğunda her daim gece yarısını seçerim. Gecenin sessizliği ve insanın üzerine yaydığı o tuhaf hüzün kaleme sanki hız verir, kuvvet katar sanırım. Bu huyumdan halen vaz geçmiş değilim. Yazmak zorunda olmak başka bir şey tabiî… Ama zorunluluğum yoksa gece her zaman tercihimdir.

Gecenin ve müziğin insan üzerinde tuhaf bir etkisi olsa gerek, yoksa insan neden durduk yerde yazmak için farklı enstrümanlara ihtiyaç duysun? Gerçi hiçbir şeye ihtiyaç duymadan yazan var mıdır bilmiyorum. Mesela Weimar döneminin ünlü şairlerinden olan Schiller yazarken masasının üstünde mutlaka çürük bir elma bulundururmuş. Bununla da yetinmeyen şairimiz ara ara bu elmayı koklayarak başka diyarlara gittiğine inanırmış. Ne tuhaf değil mi? Döneminin en ünlü şairi, ilhamı çürük bir elmadan alıyor.

Şiir deyince aklıma Sulhi Ceylan geldi. Acaba onun yazı masasının üzerinde ne duruyor yazarken? Gerçi Sulhi’nin yazarken bir masası var mı onu da bilmiyorum. Schiller demişken, bu şairin tuhaf bir yanı daha vardı, şimdi aklıma geldi. Çürük elma işe yaramadığı zaman kendisini banyoya kapatır ve suyun içinde ilham beklermiş. Şimdi bunları yazdım diye yarı şair olan modern şiir cinayeti zanlıları da kalkıp pazardan elma almasınlar? Suyun içinde olup olmadıklarını bilemeyeceğiz ama elma meselesine dikkat etmek lâzım. Özenti iyi bir şey değil.

***

Şimdilerde yazı yazarken en büyük sıkıntım istediğim zaman, istediğim yazıyı kaleme alamamak oldu. İnsan garip bir varlık, çabalar, çalışır, didinir ama iki satırı bir araya getiremez aylarca. Sonra ne olduğunu anlamadan bir bakarsın nerdeyse bir kitaplık yazıyı bir anda çıkarmışsın, hem de editörlere ihtiyaç duymadan. Aradaki dengesizliğin sebebi sadece ilhamla açıklanabilir mi? Bence bunu Aydoğan K veya Mehmet Erikli’ye sormak lazım. Ben genelde yaşlandıkça bilginin, birikimin artacağına ve insanın tecrübeyle daha iyi şeyler yazacağına inanırım. Bu arada yazar yaşlanmayı takıntı haline getirmemeli, yaşlılıktan ve bu durumun görsel olarak insana katacağı görüntüden de şikâyetçi olmamalı. Gerçi olsa ne olur diyeceksiniz, bu sorunun cevabını ben de bilmiyorum. Belki bu takıntı da farklı bir metnin ortaya çıkmasına neden olur, kim bilir!

Sonuç olarak yaşlılık takıntısı Victor Hugo’daki gibi olmasın da! Ben yaşlılığın insan vücudu üzerindeki etkilerinin hatta çizgilerinin kapatılmasına yani saklanmasına karşıyım. Doğallık her zaman iyidir. Hem insan dış görünüşüyle bu kadar kavgalı iken nasıl güzel eserler kaleme alabilir ki? Siz, Hugo bunu yapmış diyebilirsiniz belki ama ben de size “Biz, Hugo değiliz ki azizim!” derim.

Hugo, yaşlanmaktan korkan bir adammış. Yaşlılığın etkisini yavaşlatmak için her sabah buzlu suyla duş alır, sesi güzel çıksın diye çiğ yumurta içermiş. Çiğ yumurtayı bilmem ama soğuk suyla duş alma işini Arif Akbaş’ta da görmüştüm. Belki Hugo etkisidir bu durum. Hugo’dan devam edecek olursak şairimiz devamlı şık giyinir, her gün muntazaman tıraş olurmuş. Aynada dakikalarca kendisini izleyen Hugo’yu siz görseydiniz biraz tuhaflaşmaz mıydınız? Şair, şiiriyle ilgilenmeli bence, kendisiyle değil. Mesela Raşit Küçükkürtül de kahvesiz yazı yazamayan, yazmaya başlamadan önce ortama dikkat eden birisidir. Bazen sabahları erken kalktığına da şahit olmuşumdur. Kendisiyle değil de çevresel faktörlerle uğraşması bana daha gerçekçi gelmiştir her zaman. Sonuç olarak Hugo değil Raşit Küçükkürtül derim ben.

***

Yazarken insanın kendini kaybetmesi, yazıya artı değer katabilir ama bunun mutlaka bir ölçü içinde olması lâzım kanımca. Ölçüyü kaçırdığınız zaman, yazmak için kullandığınız enstrüman size zarar vermeye başlar. Özellikle Batılı yazarlarda bu duruma sıklıkla rastlarsınız. Mesela “Muhteşem Gatsby”ninyazarı Francis Scott Key Fitzgerald yazarken caz dinlemeyi ve içmeyi çok severmiş. Farklı bir dünyanın ve farklı bir inancın adamı olarak istediğini yapabilir elbette. Ancak bu içki düşkünlüğü önce yazarlığının, sonra da hayatının sonunu getiriyorsa, yazar bu noktada kullandığı araçları sorgulamalı bence. Netice itibariyle başarılı bir kariyeri 44 yaşında sonlandıran bu yazarımız biraz daha dikkatli olsaydı, hercai yaşamına biraz dur diyebilseydi “Muhteşem Gatsby” gibi daha nice eserler verebilirdi. Demek ki, insan ne yapıyorsa kendine yapıyor.

***

Merhum (Hüseyin) Cemil Meriç, beş altı sayfalık kısa bir yazı yazarken önce taslak çıkarırmış. Neredeyse elli sayfayı bulan bu taslakları öyle ince eler sık dokurmuş ki, sonunda karşınıza beş altı sayfalık sıkı bir metin çıkarmış. Bazen kelimelerin bazen de kavramların üzerinde titizlikle durur, adeta onların otopsisini yaparmış. Zaman zaman da -gözleri görmediği için- yazıyı dikte ettirdiği sekreteriyle yazı üzerinde bir saat tartışırmış. Bu tartışmalar sonucunda değiştirdiği, farklı bir yön verdiği yazıları da olurmuş. Bu iyi bir şey ey okur. Yazarın sana ve yazdıklarına değer verdiğini gösterir. Biz bunu ne kadar yapıyoruz sorusunu kendime soramıyorum, cevabından korktuğum için olsa gerek.

***

Hüseyin Rahmi Gürpınar, benim pek sevmediğim, beğenmediğim bir yazardır. Yazma tarzından değil de tercihlerinden dolayı kendisini beğenmem. Temizlik hastası olan ve mikroptan, şeytandan korkmadığı kadar korkan bu yazarımız ömrünün son otuz bir yılını Heybeliada’nın tam tepesinde bulunan güzel manzaralı köşkünde geçirmiş. Eldiven olmadan sokağa çıkamayan Gürpınar, dört mevsim eldivenle dolaşırmış. Abdülhak Şinasi Hisar gibi o da bu mikrop korkusu hastalığından çok çekmiş. Bana kalırsa kendi kendine çektirmiş. Bu arada Gürpınar’ın örgü örmeyi çok sevdiğini hatta Avrupa’dan model getirdiğini öğrenince şaşırmıştım. Acaba yazarımız bunu bir ilham aracı olarak mı kullanmış?

Sizin ne yaptığınızı bilmiyorum ama kendi ördüğü takkeleri giyen Hüseyin Rahmi, yazmaktan sıkıldığı demlerde biraz nefes almak için mutfağa inip dondurma ve incir reçeli yaparmış. İnsan, bir işle uğraştığında fazla yoğunlaşmadan dolayı detayları kaçırır zamanla. Bu nedenle arada beş dakikalık soluklanmalar, yarım saatlik yavaş adımlarla yapılan geziler zihni dinç tutar. Bunu bilir, buna inanırım ben. Ama şahsen ben mutfağa girip dondurma ya da reçel yapmam. Mutfak kadınların içinde olması gereken bir yerdir, erkeklerin değil. Ben, bir erkeğin yemek yemek için bile mutfağa girmesine karşıyım.

Sulhi Ceylan’ın da benim gibi düşündüğünü düşünüyorum. Mehmet Erikli başka tabiî, o yemek yapmaktan zevk alan bir adam. Belki de bir gün, bir Mehmet Erikli öyküsünde yemek tarifine rastlarsınız, kim bilir.

Abdulhak sinasi Hisar
Abdülhak Şinasi Hisar

***

Geçenlerde Aydoğan K ile çay içerken Mark Twain’in “insomnia” hastalığı olduğunu söyledi. Nedir bu diye sorduğumda “geceleri insanın uyuyamadığı için gündüzleri olur olmadık zamanlarda uyuma ihtiyacı hissetmeleri” olduğunu söyledi. Bazen gündüzleri yanıma gelip koltuğumda uyumasının nedeni buymuş demek ki. Sonra aklıma bir soru takıldı, Twain gece uyuyamadığı için mecburen çalışırdı, yazı yazardı. Acaba Aydoğan K da bana, alttan alta bu mesajı mı veriyordu? “Geceleri yazı yazan, üreten, çalışkan bir yazarım. Gündüzleri de arada uyurum.”

Aydoğan yapar bunu. Mark Twain de, olur olmadık yerlerde uyurmuş. Hatta bir keresinde bir parkta uyuyup kalmış. Bazen banyoda da uyuduğu oluyormuş. Aydoğan’ı bilmem ama Twain bu durumdan şikâyetçiydi hayatı boyunca. Bir keresinde yakınlarına “Bana güzel bir yatak verin, size ölümsüz eserler vereyim.” kabilinden bir cümle de sarf etmiş. O yatağı Twain’e verirseniz ölümsüz eserler alabilirsiniz ama Aydoğan’a verirseniz sadece gördüğü güzel düşleri dinlersiniz. Demek ki neymiş, her araç, her yazarın elinde aynı sonucu doğurmazmış.

Ama yine de bana “Mark Twain mi, Aydoğan K mı?” diye sorsanız düşünmeden Aydoğan K derim.

***

Yazı yazarken dikkat ettiğim bir husus da etrafımda kimsenin olmamasıdır. En azından etrafımda birileri olacaksa da benimle veya yazımla ilgilenmemelerini isterim. Zira aksi bir durum yazıya odaklanmamı engelliyor. Takip ediliyormuşum gibi bir hisse kapılıyorum, bu hissin verdiği durum da yazmamı engelliyor. İngiliz edebiyatının önemli simalarından olan Jane Austen de benim gibiymiş. Ya da ben onun gibiyim, bilmiyorum. Yazar, çalışmalarını hiç kimsenin görmesini istemezmiş. Buna ailesi de dâhilmiş. Neden böyle bir şey yapıyor derseniz belki de içerden birilerinin yapabileceği eleştirilerden korkuyor olması olabilir. İnsan en yakın olduklarının eleştirileri dolayısı ile daha çabuk kırılıyor galiba. İşin garip olan bir diğer tarafı da Austen hayatı boyunca hiç evlenmemiş ama romanlarındaki tüm kadın karakterleri hep evlendirmiş. Ölene kadar ailesiyle yaşayan yazarın, aile fertlerinden birisinin varlığını yanı başında hissedince yazılarını hemen kapatması tuhaf bir durum mu sizce? Bana kalırsa değil, belki de bu tavır bir mahcubiyetin ifadesidir.

Ben de yazarken aile fertlerine yazdıklarımı göstermem ama yazı bittikten sonra da ilk onların okumasını isterim. Her yazı için geçerli olmasa da bu böyledir. Bir de yazı bittikten sonra hemen okura ulaşsın, soğumadan yayınlansın halleri vardır ki, onu anlatmaya kalksam, bir demlik çayla sabah ederiz. Zaman zaman düşünürüm, acaba yazı bittikten sonra benim yaşadığım “Hemen okunsun, soğumasın!” telaşını okur da yaşar mı? Falanca yazarın yeni yazısı yayınlanmış, hemen okumalıyım düşüncesine kapılır mı? Bu sorularıma cevap arıyorum ey okur ve şu sorulara da: Senin yazı maceran nedir? Sen nasıl okursun? Okurken nelere ve kimlere dikkat edersin? Yazarken bu kadar farklı koşullar ve şartlar arayan yazarları, öylesine, sıradan bir iş yaparmış gibi okumazsın değil mi?

 

Davut Bayraklı

 

 

DİĞER YAZILAR

5 Yorum

  • lgirlinblue , 19/10/2015

    Davut Bayraklı’nın mutfağı kadınlara ait bir alan olarak sınırlandırıp,onda huzuru bir nebze de olsa tadamaması çok kötü.Reçel yapmaması daha da kötü.

  • mücahit emin türk , 13/10/2015

    davut ağabey’in hüseyin rahmi’yi sevmemesine üzüldüm. halbuki ben, mehmet raşit ve mehmet erikli, hüseyin rahmi gürpınar’ı severiz. aslında romanlarının orjinalini okuduğunda davut ağabey’in de mizahını ve üslûbunu kendine çok yakın bulacağını düşünüyorum.

    keşke davut ağabey, istanbul denen metropol cehennemine dair şehir mektupları yazsa… ahmet rasim’in dört ciltlik o şehir mektuplarını alıp şöyle bir hallaç pamuğuna çevirse ve bize, artık yaşaması kara mizah dönüşmüş istanbul metropol hayatının azizliklerini o karadenizli gözlüğüyle anlatsa…

  • Ben saksı değilim , 10/10/2015

    Anladığım, Davut’u, ”yazı yazsana” diye sürekli tahrik etmesi gerekiyormuş Sulhi Ceylan’ın.
    Mükemmel bi metin çıkarıyor o zaman.
    Türkistan’a uğramayan bi yazıydı. Üzüldüm mü? Çok değil.

  • Badem , 10/10/2015

    Mesela ben Davut abi yazmış soğumadan okuyayım dedim.

  • mavi , 10/10/2015

    çok güzel bir yazı çok beğendim tam da Mostar’ın öykü ,roman yarışmaları için nasıl yazabilirim nasıl bir ortam,müzik vs düşünürken tevafuk oldu sağolun ayrıca her yazarın yazı macerasını da okumak güzel olurdu doğrusu – tıpkı vasiyet dosyası gibi sayın editör-

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir