Seninle yıkımlar üzerine konuşacağız. Ama üzerinde konuşacağımız terk edilmiş bir adamın yıkımı olmayacak. Bir evin, bir ülkenin, bir hayalin yıkımı da olmayacak. Konuşmamız bütün görkemiyle ortada duranın, dilinden bal damlayanın, coşkulu görünenin, dünyayı renkli gözlüklerle seyretmeye başlayanın, kendi koltuğunun rahatlığını insanlığın kurtuluşu sananın yıkımı üzerine olacak. Bu biraz muğlâk ve kapalı cümlelerle ne anlatmak istiyorum? Aklından böyle bir soru geçtiyse, kuşku yok ki sen de yıkımın bir parçasısın. Madem ki yıkımın bir parçasısın, hadi meseleyi anlayacağın düzeye indirelim: İnsanların henüz şöhret olmadan, henüz mülk sahibi olmadan, henüz muktedir olmadan önceki aciz bir dönemi vardır. Bu acizlik pek samimi bir görüntü de sergiler. Bir kere pek çok insan bir araya gelerek bir kardeşlik iklimi inşa etmişlerdir; içlerinden hiçbirinin şöhret olmak gibi bir ideali, mülk düşkünlüğü, iktidar kaygısı yoktur. Kimse tek başına herhangi bir hesap içinde değildir; mücadele, herkesi bir araya getiren ideal ya da idealler için yapılmaktadır. Bütün kardeşler bu ideale bir biçimde sırt verirler. Ama zaferi önceden paylaştırılmamış bu gelecek bir gün gerçekten de gerçekleşir. Ne yapalım; istemesek de şu ortada duran zaferi paylaşmak icap etmektedir!
Dünyevi bir zafer peşinde olmayanların bir gün dünyayı paylaşmak zorunda kalmaları tahmin edeceğin gibi başlangıçta biraz acemicedir. Mesela bir edebiyat adamı şöhret olmuştur ama salondaki dinleyicilerine inandırıcı bir ses tonuyla şöhretin afet olduğunu söylemektedir; bir iş adamı, zaferden aldığı büyük payı yemekli bir toplantıda dostlarıyla paylaşırken birden aşka gelip eski güzel günleri hatırlatmaktadır; kabiliyetleri kuşkulu bir bürokrat, istatistiğin kurallarını zorlayan yeni bir gelecek tablosu çıkarmaktadır. Bunlar elbette hoş görülebilir hallerdir ve sınıf atlamanın eşiğindeyken geçmişe el sallamak insanların eski bir âdetidir. Zaten yıkım da bütün bu adetler yerine getirildikten sonra işbaşı yapar. Pek çok mücadeleyle elde edilmiş olan yeni hayat, artık pek çok mücadeleyle korunması gereken bir mevki haline gelmiştir. Bundan böyle her türden mağduriyetin yaşandığı o aşağı yurda dönmemek için bütün yollar denenecektir. Ama hâlâ aşağı yurtta birileri ikamet etmektedir ve birilerinin ikna edilmesi için yeni bir gelecek planına ihtiyaç vardır. Birinci vagona binmiş olanların ikinci vagondakilere yolun kutsallığı noktasındaki telkinleri muhtemelen tazelenmiş bir ikna yöntemidir…
Üzülerek söyleyelim ki yol hakkında bir kez daha mutabakata varılmış olsa bile vagon artık tek değildir ya da bir zamanlar olduğu gibi bütün kardeşler aynı vagonda yolculuk yapmamaktadır. Bazı kalemler, bazı bürokratlar, bazı siyaset adamları, bazı şöhret arzuluları birinci mevkiye yerleşmişlerdir ve onların bundan böyle bir vazifeleri de kapasitesi sınırlı bu mevkii daimi kılacak yeni söylemler inşa etmektir. İşte yıkım tam da bu sahici olmayan ama sahicilik süsü verilen birinci mevki söylemlerinin içine saklanır. Biri kardeşlikten bahsetmektedir ama bahsettiği kardeşlik mağdurların elbirliğiyle bir işin müşkülünü ortadan kaldırmaya işaret etmez; bir başkası dış düşmanlara karşı hep teyakkuzda olmamız konusunda bizi uyarmaktadır ama aslında bu uyarı, ikinci vagondakilerin dikkatini birinci vagondan uzak tutmak için yapılmaktadır. Eski günlerden devşirilerek sahicilik süsü verilmiş bu yeni dilin kimi zaman kara mizahın sınırlarını zorladığına da tanık oluruz. Bütün enerjisini varsıllık için harcayan birileri, şu fani dünyada “hiç” ya da “yok” olmaktan bahsedebilmektedir mesela; mesela bir başkası milyonlarca izleyicisine, ipeksi ses tonuyla, bir derviş gibi yaşamanın güzelliğini anlatmaktadır. Şu insan nasıl da muzip bir varlık!
İstersen hiç sormadığımız bir soruyu soralım: Bütün bunlara gerek var mı? Ne kötü bir soru bu böyle; beni kendi zekâmdan kuşkuya düşürecek kadar üstelik. Elbette bütün bunlara gerek var, yani bütün bu adamlara. Bunlar gelir ve giderler; bunlar yapar ve yıkarlar; bunlar sorar ve cevaplarlar; bunlar alır ve satarlar; bunlar yazar ve silerler; bunlar, kendisi de bir şaka olan tarihin canı sıkılmasın diye yaptığı şakalardır; bunlar bir şakanın şakalarıdır. Sözü Oğuz Atay’vari kuyruklandırdığımın farkındayım. Ama belki de Oğuz Atay’ın sözü kuyruklandırmasının sebebi de bu şakanın farkına varmasıydı. Şu “aydın” nasıl da muzip bir varlık; senaryosunu her devre monte edebiliyor. Yüce ulusumuz otursun, şimdi yüce milletimiz dinlesin; dört çekerli mütefekkirimiz, üstelik acz içinde, yok oluşu değil, “yok” oluşu anlatacak. İstersen biz ne oturalım ne de dinleyelim; çık bahçeye oynayalım…
Ali Ayçil