Ciddi Olmamanın Önemi

Şu kavga bir bitse dersin,
Acıkmasam dersin,
Yorulmasam dersin;
Çişim gelmese dersin,
Uykum gelmese dersin;

Ölsem desene!
(Orhan Veli)

Neden bu başlık? Niçin bu şiir? Niye bu konu? Ne diye bu yazı? Ne demeye bu… Soruların sonu yok. Bu da işimi zorlaştırır. Ne kadar çok serim, o denli güç çözüm! Öyleyse henüz az soru varken, yenilerine mecalimin kalmaması umudu ve arzusuyla başlıyorum:

Neden Bu Başlık?

Tanıdık gelmiş olabilir. Oscar Wilde’ın, orijinal ismiyle The Importance of Being Earnest, A Trivial Comedy for Serious People oyununa bir gönderme içeriyor başlığım. Türkçesine gelince… İşte burada bir sorun var. İkinci kısmı tamam: Ciddi İnsanlar İçin Önemsiz Bir Komedi. Ama ya ilk bölümü? Türkçemizde, Ciddi Olmanın Önemi şeklinde tanınmış. O yüzden ben de bunu kullanıyorum. Ancak bunun tuhaf bir çeviri olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Zira “earnest” kelimesi tek başına “ciddi” kelimesinden biraz farklı anlamlara geliyor. Daha çok “vakar sahibi”, “ağırbaşlı”, “ileri derecede ciddi”, “samimi”, “yalanı dolanı olmayan” anlamlarına geliyor. Yani başlığın ikinci kısmındaki “serious” kelimesinden daha kuvvetli bir anlamı ifade ediyor. Kelime bazında durum böyle. Peki ya oyunla bağlam mevzuunda nasıl? İşte bu daha da ilginç çünkü “earnest” kelimesi anlamının yanında, burada ayrıca bir de baş karakterin kendine verdiği isim olarak kullanılıyor. Yani özel isim olarak kullanılan bir isim. Earnest Olmanın Önemi, gibi yani. Ki bu isimle çevirmişler filmini de. Hal böyle olunca Ciddi Olmanın Önemi başlığı “Ciddi” diye özel bir isim Türkçemizde olmadığından, pek bağlamı özetleyemiyor. Hoş, özetlemesi gerekiyor mu, o da ayrı bir konu. Ama ne zaman ki Can Yücel’in çevirisinin başlığını gördüm, dedim, tamam, baba yine imzasını atmış: Maksat Samimiyet! Can Yücel’in Shakespeare sonelerinin çevirisinden de bildiğimiz üzere o, bir ifadeyi, bağlamı ve üslûbu da düşünerek Türkçemizde söyleneceği gibi söylüyor (Nereden edindim bu anekdotu bilmem ama şu meşhur 66. sone çevirisini eleştiren birine kendi üslûbunda şöyle cevap vermesi beni çok güldürmüştü: O Shakespeare denen o.ç. bunu Türkçe yazaydı böyle yazardı!). Maksat Samimiyet başlığı hem hikâyeye uyuyor hem de üslûba. Gelelim oyuna: neden Oscar Wilde ve neden bu oyunu?

Her ne kadar Umberto Eco, Edebiyata Dair ismiyle çevrilen kitabında yerden yere vursa da eserleri ve yaşayışıyla Oscar Wilde, vazgeçilmez bir figür. Necip Fazıl kuşağını bile Bâbıâlî eserinden öğrendiğimize göre “Ben bütün dehamı yaşamıma harcadım; eserlerimeyse yalnızca yeteneğim kaldı.” sözüyle bir süre meşgul etmiş ve etkilemiş. Ne var ki Eco onu, laf ebeliğiyle, züppelikle (dandy, snob) eleştirirken bile tutarlı bulur: “Wilde tek bir aforizması üstüne yemin edebilirdi ve onun için de nihayetinde hayatını hiçe saydı: Sanat, tümüyle işe yaramaz bir şeydir.” Eco, Wilde’ı maksim, aforizma, dönüştürülebilir aforizma, paradoks türlerindeki ayrımları hiç mi hiç takmamakla suçladığı yazısında ilk olarak başka yazarlardan bazı örnekler verir:

  • Alkol, yaşayanları öldüren, ölenleriyse bozulmadan muhafaza eden bir sıvıdır.
  • Kadınlarda zekâ; albinizm, solaklık, hermafroditizm, el ve ayak parmaklarında fazlalık gibi ender rastlanan bir anormalliktir.
  • Kusursuz olmak için tek eksiği bir kusurdu.
  • Bakirelik, bekâret bozmak isteyenlerin bir idealidir.
  • Birbirlerine öyle sıkı sarılmışlardı ki duygulara yer kalmamıştı.
  • Kurbanlarının yasını, küllerini başına bulayarak tutuyordu.
  • Vicdanı temizdi, hiç kullanılmamış.
  • Sessizliğinde bile dilsel hatalar vardı.

Ardından da Wilde’ın alıntılarına geçer Eco ve onunla ilgili şunu sorar: gerçekten bir çarpıcı paradokslar yazarı mı yoksa kibar ve zarif bir nükte koleksiyoncusu mu? İşte onlardan bazıları:

  • Öğrenmeyi beceremeyen ne kadar insan varsa öğretmeye kalkışır.
  • Ne zaman insanlar benimle aynı fikirde olsa haksız olduğumu düşünüyorum.
  • Her şeye direnebilirim, ayartmalar hariç!
  • Bir şey, uğrunda birisi öldü diye doğru olmak zorunda değildir.
  • Yaşamak, üzerinde ciddi ciddi konuşulmayacak kadar önemli bir şeydir.
  • Yaşamak, dünyanın en nadir şeyidir. İnsanların büyük bir bölümü sadece var olur; daha fazlasını yapmaz.
  • Şeytandan kurtulmanın tek bir yolu vardır: ona uymak!
  • Basit zevklere hayranım; onlar, karmaşık insanların son sığınağıdır.
  • Âşık olduğumuzda kendimizi aldatırız, aşktan vazgeçtiğimizde başkalarını.
  • Kadınlar, önce bize şaheserler yaratmamız için ilham verirler. Sonra yaratmamızı engellerler.
  • İyi eğitim almış insanlar başkalarına itiraz ederler; bilgelerse kendilerine.

Kararı siz pek değerli okurlara bırakıyorum ve kısaca oyundan bahsetmek istiyorum: Ciddi Olmanın Önemi’nde Birleşik Krallık tarihinde Victoria Çağı olarak adlandırılan ve on yıllar süren Kraliçe Victoria’nın baskıcı tutumu ironik bir şekilde eleştiriliyor. Dönemin toplumsal ikiyüzlülüğü, geleneksel toplumda bürünülen maskeler; aristokrat sınıfın ahlâk anlayışı ve görenekleri, sahte kimlikler, gizli ilişkiler ve yapay bir nezaket anlayışı etrafında gelişen komik olaylar dizisi aracılığıyla… Victoria döneminde katı bir ahlâk anlayışı olduğu için özellikle cinselliği andıran her şey yasaklanmış. Öyle ki tavuk göğsü, tavuk boynu olarak adlandırılmış. Klâsik eserler başta olmak üzere binlerce eser içerisinden cinselliğe ait unsurlar çıkartılarak yeniden neşredilmiş. Bundan dolayı Victoria Ahlâkı diye sosyolojik bir kavram türemiş. Bu nasıl bir ahlâkmış? Buna göre kadınlar, tutkudan arınmış, acı çekmeye mahkûm varlıklar olarak görülürken erkekler, buna saygı duyması gereken ve kendi tutkularını kontrol ederek kadınlara yardımcı olması beklenen varlıklar olarak değerlendirilmiş. Kaderin cilvesi, böyle bir dönemde Wilde gibi biri çıkmış!

Niçin Bu Şiir?

Ne zaman dert ve sıkıntılar başıma çöreklense, bu şiiri anımsarım. Sorunlarımı sayıp döktükten sonra gelen intihar hissiyle dolup taştığımda, Orhan Veli boşlukta sırıtıp bana fısıldar sanki: Ölsem desene! Sonra hemen vazgeçerim bu düşüncemden çünkü bu şiir bana hayatın doğal akışının bu olduğunu hatırlatır. Cemal Süreya, onunla ilgili ne güzel şeyler söylemiştir: “Orhan Veli ne yaptı? Şiire kasket giydirdi. Yani şiiri sivilleştirdi. Şiire elma yemesini öğretti. Bizler Garip şiirine karşı çıktık, bir tepki olarak çıktık. Ama şimdi düşünüyorum da meğer ne kadar etkilenmişiz ondan. Çok beslenmişiz. Hatta şöyle diyebilirim, Türkçeyi onlardan öğrendim.” Yani ne diyor üstat: şiire modern anlamda ciddiyetsizliği getiren kişi!

Niye Bu Konu?

İşte buraya kadarki girişin sebebi şu: ciddi olmamanın önemi! Ciddiyetsiz olalım demek değil bu. Sadece önemine dikkat çekmek. Onu bir nesne yapıp süreçlerini, sebebini, sonucunu anlamaya çalışmak!

Geçen gün şöyle ciddi, dört başı mamur bir öykü yazayım, dedim. Ne mümkün! Klavyenin başına oturur oturmaz bir sırıtmadır sıvandı yüzüme. Çok kederliydim oysa. Sonra ironi, mizah, sarkazm, latife, nükte, kaliteli argo türlerinde doğaçlamalarla konuşmayı, bunları dinlemeyi, üzerine düşünmeyi sevdiğimi fark ettim. Eder etmez de bu yazı düştü aklıma. Neden, diye sordum kendime, neden insanları sohbetlerimde ve öykülerimde güldürebilmeyi bu kadar seviyorum? Neden birçokları kendilerini güldüren insanlara şaşırırken ben ciddi insanlara, nasıl böyle olabiliyor veya durabiliyorlar, diye sorup şaşırıyorum? Sonra bir dostumun, Nietzsche’ye atfedilen şu paylaşımına denk geldim: “Derin düşünen insanlar başkaları ile iletişimlerinde anlaşılabilmek için yüzeysel olmaları gerektiğine inanırlar. Bu da onları sürekli şakalar yapmaya ve alaycı biri olmaya iter.” Bu alıntı bir yandan nefsimi okşarken, diğer yandan da konunun üzerine daha da düşünmem gerektiğini fısıldadı bana. Hakikaten ne menem bir şeydi şu gülmek, espri, ironi, komedi, ciddiyetsizlik? Bir savunma mekanizması mı yoksa gevşek bir tabiatın davranışlara ve çeneye vurma biçimi mi? Bu büyük laflar ve geniş birikimler gerektiren sorunun cevabını yazının sonunda bazı alıntılara bırakacağım ama şimdilik konunun benimle olan ilişkisinden bahsetmeye devam etsem daha anlamlı olacak diye düşünüyorum.

Evet, öykülerimde kendimden kaçamıyorum. Hep küçük insanın sorunlarını yazıyormuşum. Öyle dedi geçenlerde bir dostum: “Farklı öykülerinde biz sanki hep aynı hikâyeyi okuyor gibi oluyoruz.” Bu, yazarlıkta en büyük kabahattir! Ne yapayım, şu “küçük insan” her ne ise, kendim de “büyük insan” olmadığıma göre, diğerine daha çok âşinâyım. Onun dünyasını daha renkli ve gerçek buluyorum. Alışmışım kendimde ve dolayısıyla kurgu karakterlerimde dışarıya karşı hep neşe maskesini kuşanmaya. Evet, kuşanmaya… Bir silah gibi. Tıpkı küçük bir insana yaraşır şekilde. Sanki böylesi beni daha zeki, fazla güçlü, çok vazgeçilmez kılacakmış gibi. Büyük insanda böylesi küçüklükler olur mu hiç! O, büyük olduğunu bilir. Sözgelimi, Spartaküs kahramanlığını, Akaki Akakiyeviç ise paltosunu giyer üzerine. Spartaküs üşümez bu sebeple. Akakiyeviç ise bir türlü ısınamaz!

Geçen sene ayrıldığım iş yerimde 8 yıldır çalışıyordum. Son 4 yılıma ise masa arkadaşımla olan dostluğum damgasını vurdu. Onun lakabı Kızıl Editör’dü. Benimkiyse Kara Editör. Bu adlandırmanın eylemlerimizle veya siyasî görüşlerimizle hiçbir ilgisi yoktu. Sadece saç ve sakal renklerimizle ilgiliydi. Ve sanırım bu lakapları biz kendimize takmıştık. Hatta kimse bizi bu şekilde tanımıyor da olabilirdi. Onun varlığı, işimle ilgili en büyük motivasyon kaynağımdı. Onunla her hâl ve hareketimiz bir espri, gülme ve şaka içeriyordu desem abartmış olmam. O, bana, bende öyle bir potansiyel görmüş olacak ki; “kardeşim, sakın bir gün intihar etme, çok üzülürüm,” derdi. Ben de ona, kısa, orta, uzun vadeli ekonomik plan ve projelerinden dolayı, “sakın ben buradan gitmeden zengin olup da beni terk etmeye falan kalkma,” derdim. Hatta öyle ki artık ikimizi Hacivat ve Karagöz ikilisi olarak düşünmeye başlamıştım. Ancak sonumuzun da onlarınkine benzer şekilde nihayete ereceğini henüz bilmiyordum. Tamam tamam, burada heyecanı artırmak için ajitasyona baş vurduğumu kabul ediyorum. Altıüstü işten çıkarıldım canım, kellemiz falan alınmadı çok şükür. Ama veda ederken Molla Kasım meşrep birinin, “Sana bir hayat tavsiyesi, bundan böyle biraz daha ciddiyet sahibi olursan, sonraki iş yaşamında daha iyi edersin.” sözü kulağıma küpe oldu.

Demem o ki; bu ciddiyet meselesi bende farkındalığı sonradan oluşmuş bir husus olarak kendini gösterdi. Evet, şakacı ve ciddiyetsiz biri olabilirdim belki ama bunun anlamını ve varsa önemini merak etmeden de edemedim. Ama ben ne kastediyorum mizah falan derken? Edmond Eugène Alexis Rostand’ın Cyrano De Bergerac oyununun Sabri Esat Siyavuşgil çevirisini, Gérard Xavier Marcel Depardieu oyunculuğuyla, hele bir de Rüştü Asyalı seslendirmesiyle izlemişseniz bilirsiniz; o meşhur Burun Tiradı! İşte, oradaki gibi bir sanattan bahsediyorum mizah, sarkazm, istihza, ironi derken. Hem Roald Dahl’ın, çocuk kitapları için söylediği, “Çocuklar için yazmak, yeterince büyümüş olmayı gerektirir,” sözünü değiştirerek şöyle söyleyebilirim ki böyle ifade edenler de olmuş zaten: “Mizah, ciddi bir iştir!” yani Allah aşkına, bana haksız olduğumu söyleyenlere diyorum, geçenki aile ortamımın resmini çizsem sizlere, siz de anlarsınız benim ne demek istediğimi. Bu rönesans tablosu misali manzarayı ciddiye alıp şakasız esprisiz yaşayabilmem mümkün mü: Kürt asıllı Alevi yengem, Bangladeş’e bir gurunun müridi olmaya gitme kararından bahsettikten sonra, uzaylıların bu ara dünyaya çok müdâhil olduğundan dem vuruyor. O bunları anlatırken Arap asıllı olduklarını kabul etmeyen Türk milliyetçisi bir ailenin bireyi olan dayım, altındaki pijama üzerine giydiği gömlek ve kravat ile anneme, İslâm dininin Mekke’de Peygamberimize indiğini, ama Türkiye’de Atatürk eliyle olgunlaştırıldığını anlatıyor. Teyzem o kusursuz tesettürüyle namazından kalkmış, elinde tespihle tesbihatına devam ediyor. Annemse, İngiliz kraliyet ailesiyle Ak Parti arasındaki farkları, kraliyet lehine sayıp döküyor. Tüm bunlar olurken televizyonda Zühal Topal’ın Yemekteyiz programı açık. Ve ben, her birine hak veriyor, herhangi bir kavga ve gerilim çıkmaması için tetikte bekliyorum.

Sonucu, gülelim güldürelim, dünya kimseye kalmaz, diye bir basitlikte bitirmeyeceğim elbette. Sizi, görüşlerini değerli bulduğum birkaç ismin konuyla alakalı sözleriyle baş başa bırakıyorum:

Terry Eagleton, Mizah kitabından;

  • Bir başkasıyla alay etmek kendimizin de kusurlarımızı teşhir etme özgürlüğünden zevk alacağımız gerçeğini maskelemeye hizmet eder. Toplumsal sansürden o kadar korkmasaydık, böyle saçmalıklarla kendimizi şımartmak sevindirici olurdu.
  • Düşünce için kahkahadan daha iyi bir başlangıç noktası yoktur.
  • Sandor Ferenczi, “ciddi kalmanın başarılı bir baskılama olduğunu” belirtiyor. Şaka, bu nedenle, bizatihi bir arıtma biçimi olarak gündelik anlamın hafif baskıcılığından kısa bir tatile çıkmadır. Sosyal gerçekliğin inşâsı, sürekli çaba gerektiren yorucu bir iştir ve mizah da zihinsel kaslarımızı gevşetmemize izin verir. Adeta daha rasyonel yetilerimizin altında, geleneksel sosyal davranışımızı her noktada gölgeleyen ve zaman zaman delilik, suçluluk, erotik fantezi biçiminde veya coşkun bir nükte ışıması olarak açığa çıkan daha karanlık, darmadağınık ve alaycı bir alt metin vardır.
  • Friderich Nietzsche, insan hayvanının gülecek tek kişi olduğunu, çünkü çok berbat biçimde acı çektiğini ve ıstırapları için bu çaresiz yatıştırıcılığı hayal etmesi gerektiğini belirtmişti.
  • Matthew Bevis: Mizah en cazip korkaklıktır.
  • George Orwell: Bir şakanın amacı insanı aşağılamak değil, ona zaten aşağılanmış olduğunu hatırlatmaktır.
  • Bedenle ruh birlikte pek öyle sorunsuzca yuva yapmaz.
  • Mizah bir beden sorunudur, nükte ise ruhun bir yeteneğidir.
  • Mizah, orgazm hadisesini taklit eden tatmin edici bir gerilimi boşaltmayı içerdiğinden, cinsel olmayan türleri bile bastırılmış cinsel tonlara sahiptir.
  • Robert Frost: Herhangi bir mizah türü korku ve aşağılamayı gösterir. İroni, düpedüz tedbirliliğin bir türüdür. Aslında dünya bir şaka değildir. Sadece birisiyle ilgili bir sorundan kaçınmak için bununla ilgili şaka yaparız.
  • Hıristiyanlıkta ayrıca bir kara mizah damarı da var. Tanrı, kötü durumumuzdan kurtarmak üzere tek oğlunu gönderir, peki şükranlarımızı nasıl gösteririz? Onu öldürürüz! İşte bu, kötü huyların dehşet verici bir göstergesidir.
  • Charles Baudelaire: Kahkaha şeytanîdir, bu nedenle de son derece insanîdir.
  • Mizah, yetişkinler için oyunun çocuklar için yaptığı şeyi yapar, yani onları gerçeklik ilkesinin despotizminden kurtarırken zevk ilkesinin biraz titizlikle düzenlenmiş serbest oyununa izin verir.
  • Neden Schopenhauer’ın durmadan süregiden kasveti bu kadar komiktir? Bunun sebebi onun dünya görüşü hakkında en azından eğlendirici bir şey bile olmaması değildir, bütün uzlaşmaları ve tavizleri reddederek, huysuz bir şekilde bunu en mantıksız davalara uzatmayı amaçlayarak, her güçlüğe katlanarak bir teze sarılmak, inatçı bir şekilde kendinden başka bir şey olmayı reddeden eksantrikliğe eş değer bir anlayıştır. Aşırı tutarlılık, sağlıklı bir gerçeklik duygusunu mutlak bir kaos kadar mahveder.
  • Komedinin zıttı kaderdir.
  • Aslında, gülmeyle ağlamayı ayırt etmek her zaman kolay değildir. Charles Darwin duygular konusundaki çalışmasında kahkahanın kolayca kederle karşılaştırılabileceğine, her iki durumun da bol miktarda gözyaşı seli içerebilir olduğuna dikkat çekiyor. Antropolog Desmond Morris, Çıplak Maymun’da, kahkahanın aslında ağlamaktan evrildiğini ileri sürüyor. Kısacası, kahkaha her zaman gülmek meselesi değildir.
  • Espiri, kendini aşağılama bakımından acıklıdır ama aynı zamanda üstünlüğe karşı da cılız bir çabadır.
  • Freud‘un da ileri sürdüğü üzere, mizah bastırılmış dürtünün serbest kalmasından ortaya çıkar, müstehcen veya küfürlü şakalarda ise baskının gevşemesinden kaynaklanır. Freud’un görüşüne göre, şakanın zevkli şekli (kelime oyunu, gülmek amacıyla saçma sapan konuşmak, absürt çağrışımlar vb) süper egonun bir anlığına dikkatini dağıtmasına yol açabilir, bu da anarşik id’in sansürlenmiş duygusunu ön plana çıkarmasına fırsat verir. Freud’un dediği haliyle şakanın sözel formunun “ön hazzı”: kısıtlamalarımızı azaltır, bizi yumuşatır ve böyle yaparak, şakanın başka türlü yapmaya hazır olamayacağımız cinsel veya agresif içeriğini kabul etmemize tatlı sözle ikna eder.
  • Kendinden başka hiçbir şeyi ifade etmeyen saf bildirim olarak kahkaha, bir hayvanın çığlığı gibi, içkin anlamdan yoksundur, fakat buna rağmen, zengin bir şekilde kültürel anlamla yüklüdür.
  • Sosyologların bizi bilgilendirdiği üzere, güleryüzlü mizaç, mizahtan çok daha fazla nüfuz eder.
  • Bu tür kara mizah, başkalarının bozuma uğramasından keyif duyabilmemizden kaynaklanan suçluluğu, bunu sosyalleştirerek, arkadaşlarla paylaşılabilen bir şaka biçimine sokarak ve böylece daha kabul edilebilir kılarak hafifletmiş oluyor.
  • Bebekler neredeyse doğumdan itibaren gülümserler, fakat kahkaha ancak üçüncü ya da dördüncü aylarda başlar, belki de sebebi kahkahanın akla bağlı olmaya ihtiyaç duymasıdır.
  • Anlamın yükünden kurtulduğumuzda, durumun saçmalıklarından dehşete düştüğümüz aynı anda ondan keyif de alıyoruz. Abeslik hem cazip hem de korkunçtur.
  • Gerçek nükte, höykürme yerine bir gülümsemeyi kışkırtır.
  • Hegel, Güzel Sanatlar Felsefesi’nde, gülünç olandan, idare edilemeyen duygusal dürtü ile bir kimsenin daha yüksek görev duygusu arasındaki çarpışmanın sonucu, diye söz eder.
  • Komedi, yalnızca anarşik yatkınlığından dolayı değil her zamanda acı ve ölüm gibi önemli meseleleri hafife aldığından, böylece egemen sınıfların ellerinin altında tuttukları yargı yaptırımlarının bazılarının gücünü azalttığından da bir tehdit oluşturur.
  • Güleriz çünkü kendimizde başkalarının zafiyetlerine veya kendi önceki yenilgilerimize zıt bir “üstünlük” olduğunun farkına varırız.

Dücane Cündioğlu’nun konuyla ilgili bir videosundan;

  • Mizahı gülünç olandan ayıran şey, mizahta, gülünç olanın, ciddiyetin arkasına saklanmış olmasıdır.
  • “Espri”, aslında “fikir” anlamına gelir ve bizde “latife” kelimesine karşılık gelir, tebessüme yol açar, kahkahaya değil. Çünkü içerisinde bir zekâ ve ruh barındırır.
  • (Nişanyan Etimoloji Sözlüğü’nden: Fransızca esprit “1. ruh, 2. zekâ, nükte” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Latince spiritus “soluk, ruh” sözcüğünden evrilmiştir. Arapça lṭf kökünden gelen laṭīfa(t) لطيفة “latif şey, hoşluk, espri” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Arapça laṭafa لطف “cömertlik etti, lütfetti” fiilinin faˁīlā(t) vezninde sıfatı dişilidir.)
  • Dostoyevski’nin Budala romanından da yola çıkarak diyebiliriz ki “budala”, “ciddiyet” ile “gülünç” arasında durur. İçerisinde “maumiyet” ve “saflık” barındırır.
  • Aristoteles, ünlü kitabı Poetika’da, tragedyanın iyiyi anlattığını, komedyanın ise kötüyü anlattığını, aşağı sınıflara özgü olduğunu anlatır; Türkçemizdeki tabirle “belden aşağı”dır. Dolayısıyla komedya belden aşağı olanın sanatı mıdır? Ve gülme, tıpkı konuşma gibi “insana özgüdür” dediğimizde aslında insanın neyine özgü olduğunu söyleriz?
  • Umberto Eco’nun Gülün Adı kitabının temel konusu, Aristoteles’in Poetika’sının ikinci cildiyle ilgilidir. Kaybolduğu bilinen, aslında manastır kütüphanesinde saklı tutulan bu kitap, orada, yasaklı kitaplar arasındadır. Sebebi ise şeytanî olduğu kabul edilen kahkaha eylemine dair olumlu pasajlar içermesidir. Hâlbuki iyi bir Hristiyan gülmemeli, aksine ağlamalıdır. Çünkü hüzün, korku, suçluluk duygusu, arınma talebi; bir yönetim aparatı olarak kilisenin daima gündemde tuttuğu kavramlardır. Öte yandan, gülmek ise insanın özüne ait olmayan, düşük yanlarını besleyen adi, bayağı bir fiildir.
  • 2500 yıllık insanlık tarihi boyunca gülünç, daima bayağı olanın karşılığı olmuş. Gülünç, kusurdan ortaya çıkar. Kusur, eksiklik demektir. Eksiliğin ortaya çıkabilmesi için tam olanın varsayılması gerekir. Üst sınıfların yani eğitimlilerin alt sınıflarda, tarihten misal verirsek zencilerde bulduğu neşeye yatkınlık, müziğe meyil, zekâ azlığıyla ilişkilendirilmiş ve gülünç bulunmuştur. Alt sınıf ise bedensel kusuru gülünç olarak görür; muz kabuğuna basan birinin düşmesi, gibi. “Gülünç” karşıtı olarak bazı Romantikler, “yüce” kelimesini koymuşlar. Kant, yüceyi, sonsuz olanda kullanıyor, bizde korku uyandıran…
  • “Tanrı güler mi?” sorusunun cevabı, “Tanrı’sına göre değişir,” şeklinde verilebilir: misâl, Homeros’ta Zeus güler. Tanrılar insanlara güler burada. Ölümlülerle ölümsüzlerin dünyasında bu, ölümsüzlerin ölümlülerdeki noksanlara bakıp gülmeleri gibi de yorumlanmıştır. Bazı görüşlere göre ise evren, Tanrı’nın kahkahasıyla yaratıldı.
  • Gülen, sınır tanımaz, özgürdür. O yüzden bütün siyasal baskı dönemlerinde halkın imdadına gülme yetişir. Ağırbaşlılık, vakar, yüce olan, ciddiyet, ancak gülme ile sınanır. Bir çocuğun kahkahası bir toplantıyı altüst edebilir. Kralın çıplak olduğunu kimler görebilir? Deliler, hayvanlar, çocuklar, sıra dışı olanlar. Bunu kavramsal olarak temellendirecek olursak, olan ile olması gereken ayrımı, ciddiyet ile gülünç arasındaki ayrımda kendini gösterir. Toplumda, siyasette, hatta doğada olması gereken, zorunluluğu, kesinliği, itaati ve dolayısıyla ciddiyeti de beraberinde getirir. İdeoloji, ahlak, hukuk, bilim, felsefe, kutsal, olması gerekeni düzenlerken, insanın bir yanı da bu alanların çizdiği sınırlara dair ciddiyeti kaldıramaz. Bir taraf; çalışma, özveri, fedakârlık, düşünme isterken diğer taraf tembellik, gevşeme, aylaklık ister ama bunu söyleyemez. Bazılarıysa bunu deme cesareti gösterir.
  • Beden hep küçümsenmiştir. Dolayısıyla kendini ifade etmek için bedenin desteğine ihtiyaç duyan zihinsel bir faaliyet yetersiz görülmüştür. Bu sebeple abartılı el-kol hareketleri, jest ve mimikler, tıpkı Asyalılarda olduğu gibi, klasik anlamda bir tıpçıya sorulsa, gülünç olarak değerlendirilecek ve ciddiyetten uzak olduğuna hükmedilecektir.

Henri Bergson’un Gülme / Komiğin Anlamı Üstüne Deneme kitabından;

  • Komik olan şey doğada değil, insanda vardır. İnsan bedeninin çeşitli durumları, jest ve devinimleri, bu bedeni bize basit bir makine olarak düşündürttüğü ölçüde gülünçtürler. Dolayısıyla yaşamın iç yumuşaklığına uymayan bir katılığın olduğu yerde, kılık değiştiren bir toplum, komik vardır. Komik, özden üstün olmak isteyen biçimdir; dikkatimizi insanın ruhsal yanından çok bedensel yanına çeker. Bir kişi bize ne zaman bir nesne izlenimi verse güleriz.
  • Yineleme, tersine çevirme, rollerin değişmesi, yaşamın makineleştirilmesi… Doğallığı bozulmuş her düşünce ve davranışta komik bir yan buluruz. Kişinin toplumla uyumsuzluğu (dikkatsizlik), izleyicinin duygulanmaması ve istemdışı, bilinçsiz devinim gülmenin temel koşullarıdır.
  • Bir insan başkalarını ve kendini tanımadan ne onlara ne de kendine uyum sağlayacağından katılık, özdevinim, dalgınlık, topluma uyumsuzluk ortaya çıkar ve komik bir karakter oluşur.
  • Gülme’de özel olarak cevabı aranan soru, topluma uyumsuzluğun neden gülmeye yol açtığı sorusudur.

 

Cüneyt Dal

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • İbrahim Orhun Kaplan , 01/02/2024

    Sardı, sarıyo.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir