Modernist estetiğin ve sembolizm akımının kurucularından kabul edilen Charles Baudelaire, 1821 yılında Paris’te dünyaya geldi. Uyumsuz ve disiplinsizdi. Hukuk eğitimini yarım bıraktıktan sonra, gerçek bir “bohem” olarak yaşamaya başladı. Tavırlarındaki derbeder sıradışılık, “öyleymiş” gibi görünmeye çalışmaktan değil, gerçekten de “öyle” olmasından kaynaklanan tabiî bir haldi. Bu durum, şiirlerine örtülü bir öfke ve kapalı anlamlarla dolu bir yıkıcılık olarak yansıdı. Döneminde hâkim olan, yalnızca gerçek ve fikirlere önem veren Parnasyen akıma karşı büyük bir hamleydi artık o. Baudelaire, şiirlerinde, tüm zamanların ve hayal edilebilir olası mekânların dışına çıkar, karmaşık ruhunun belirsizliğine bırakır kendini. Sonsuzluğun etkili, zarif ve baş döndüren zemininde gezinirken, gerçeği bir yalan, yalanı ise sarsılmaz bir gerçekmişçesine yaşamaya ve ifade etmeye başlar.
Derin bir suskunluk… Anlaşılmayı beklemenin anlamsızlığını fark ederken, “beklenti” denen kötü alışkanlığın kısıtlayıcı, çürütücü zararlarını düşünmek… Aile hakkında söylenen yalanlara eklenen, özel hayatın garip, anlaşılmaz çelişkilerle grileşen sırları… Yoksun hayat, güçlü imgelem, doyumsuz tutkular; işte Charles Baudelaire.
Baudelaire ve Poe
Baudelaire’in, dünya edebiyatına en büyük hizmetlerinden biri de, “Çağımızın en güçlü yazarı” dediği, Gotik edebiyatın kurucusu Edgar Allan Poe’nun, Avrupa edebiyat çevrelerince tanınmasını sağlamaktı. Aralarındaki okyanustan sebep, hiçbir zaman yüz yüze tanışamadılar. Ne var ki Baudelaire, büyük bir Poe hayranı olarak, Amerikalı ustanın bir ruh ikizi halinde yaşadı. Dünyayı bir cehennem olarak algılıyorlardı. Zifiri bir karanlıkla, keskin bir aydınlığın arasında, tuhaf bir alacakaranlığın içinde geçiriyorlardı günlerini. Bir müddet sonra, düşkünlükten alınan zevk, bilinçli bir Epikürcülük çabasına dönüşür Baudelaire’de. Acıyı soyluluk olarak görür ve inanır. Istıraplarından zevk alabilmeyi eşsiz bir yücelik olarak tanımlar. Kötülüğü, yazgı gereği işlenen doğal bir olay olarak değerlendirirken, iyinin bir sanat eseri olduğunu ilan eder. Issızlığın içinde arar huzuru; düşkün, rezil, yalancı, bilinçli bir kötülük edici olmak, tüm yalnızlıkların en büyüğünde yaşamak, gri boşlukları keşif ve onları tek tek fethetmek ister. Şöyle söyler, “Her alanda, herkesin gözünde tiksinti ve iğrenme uyandırdığımda, yalnızlığı fethetmiş olacağım.”
Kasvet Yüklü Bir Şehrin Hayali
Baudelaire’nin yaşamayı arzuladığı zeminin, zihninde tuhaf bir de hayali vardır. Su kıyısında mermerden inşa edilmiş, donuk renkleri kasvet yüklü bir şehir hayal eder. Halk, tabiata karşı derin bir tiksinti duymaktadır, bu yüzden de ağaç ve bitki adına ne varsa sokaklarından ve civarından kazımışlardır. “İşte benim zevkime göre bir manzara, ışık ve mineralden, bir de bunları yansıtacak sıvıdan yapılma bir manzara.” Tüm bu çılgın hayallerin içinde, kendini garip biçimde eşsiz bulur, “Öyle benzersiz bir ruhum var ki, ben bile tanıyamıyorum kendimi.” Pastel renkler, kasvetli tasvirler ve hep bir “öte” beklentisini uyandıran sırlar;
“Saçan üzgün çiçek var nice
Tatlı kokusunu bir sır gibi
Derin yalnızlıklar içinden.”
Ve edebiyatın, tüm karşılıksız tutkunlarına uzanan, Poe üzerine söylenmiş şu sözlerdeki evrensel hitap, “Edebiyatı bir meslek olarak, onurlu ve üretken bir şekilde benimsemek ve bunu aşağılamalara, beceriksizliklerin iftiralarına, zenginlerin kıskançlığına -o kıskançlık ki kendi kendileri için cezadır!- ve sıradan burjuvaların intikamına katlanmak zorunda kalmadan başarabilmek her zaman için çok zor olacaktır.”
Baudelaire ve Türk Edebiyatı
Baudelaire, düşünen, yalnız, sanatsal ve toplumsal tüm değerlere başkaldıran bir adamdı. Gücünü yine terk edilmişliğinden alırdı. Bu noktada son sözü, hakkında muhteşem bir incelemeye sahip Jean Paul Sartre’ye bırakalım; “Hiçbir şeyin onarılamayacağı duygusu ile her şeyin yeni baştan başlayabileceği duygusu arasında gidip gelen Baudelaire, her an bu iki duygudan hangisi daha işine geliyorsa, ona sıçramaya hazırlar kendini.” Baudelaire’nin Sembolizmi, kısa süre sonra Servet-i Fünun dönemiyle birlikte, Türk edebiyatında da kendini gösterir. Mehmet Rauf’un “Eylül” romanı nesre bir numuneyken, Cenap Şahabettin, Ahmet Haşim, Cahit Sıtkı Tarancı gibi isimler, şiir alanındaki temel örneklerdir.
Ömer Kara