
İnsan zayıf, güçsüz, izansız yaratılmışsa buna yaslanıp yaşamak mı gerek? Ağaçların altından sözsüz geçmek, üstüne akan çam reçinelerinin akıttığını toplayamamak, gece öten kuşa derdini, yavaşça suya giren ördeğe suyu soramamak ne zor. Bir kâinat aptalı geliyor mu diyor şu iri taş, çam bana mı silkelendi? Yabani naneler otların arasında ısınmış kokusunu yayarken arı ile sözü koyultmuş. Bütün tabiat dağ taş kurt kuş arkamdan mı konuşuyor, “Konuşun,” mu diyor hem de “Konuşun, nasılsa anlamaz, duymaz, rahatça söyleyin, istese de paylaşamaz.” Koca ceviz ağacına çıtırtı der, göle durgun, ineğe munis, koyunun yanında durup bir poz aklını beğenir, azcık puhu kuşuna şaşar, onu da sabah namazından sonra geri yatıp uyuyunca unutur. Ya dünya işte böyle, burası esiyor, orası da mı öyle? Benden memnun musun, söyle.
Her deliyi iyileştirmeye yani uyuşturmaya yani rüya göremez, ses duyamaz hâle getirmeye çalışıyorlar, velilik havalanıyor. Her havalanan ruha hemen ateş edip yere düşürüyorlar. Her su perisi kız kadın ve ana olmaya bu kadar heveste, dipte kayalıklar mercanlar boş duruyor. Dağlar çobansız koyunlar bile başsız, Toptaşı’nın delileri, deli-veli tâbir edilen mahalle divaneleri bile unutulmuş bir zanaat gibi kayıpta. “Hikâyelere inanın,” dendi. Bu söze iman edene, her hikâyeye ve şiire inanana şimdi inanan nerde? Hikâyeler ondan bir parça olarak değil uzaktan, başkasının anısı olarak seviliyor. Acı başkasının ise ders ve ibret, başında ise bela telakki ediliyor. Hangi acı yukarı taşımak için hangi başa konacak, başın üstü sürekli düzeltiliyor, derdin yuvası bozuluyor.
Kum zambakları, kar sümbülleri, çan çiçekleri
Şule Gürbüz
Kaynak: Öyle miymiş?, Şule Gürbüz, İletişim Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 2018, sayfa:31-32.
1 Yorum