Allah sizi inandırsın, şu an gözümün önünden harfler dökülüyor. Yeşil yeşil. Hepsi birer elma gibi, alıp ısırmak istiyorum. Matrix’in önünden boşluğa akan harfler ve sayılara da hiç benzemiyor. Benim önümden dökülenler gayet net ve açık. Kafamı karıştırmıyor, yormuyor ve asla zorlamıyor. Bu söylediklerim sebebiyle kafayı sıyırmış, izlediğim bilim kurgu filmlerinin etkisinde kalmış, hatta zavallı bir hayalperest olarak görebilirsiniz beni. Hiç problem değil, hepimiz çoğunlukla gördüklerimizin körü değil miyiz zaten?
Aslında evin içinde ritim duygusundan yoksun bir şekilde, gerçekleşmesi imkânsız şeylerin hayalini yüksek sesle haykıran biriyim. Kendimi bildim bileli bunu yapıyorum. Bunu yapmasam duvarlarından kirişlerine, fayanslarından parkelerine, kedimin yatış şeklinden damacanın duruşuna kadar her şeyini ezbere bildiğim bu evden kendimi nasıl soyutlayabilirim?
Bu deliliğe adım atma aşamasında olduğum şu günlerde bir şey fark ettim. Çokça eleştirdiğim, hatta ileri gidip çirkinleştiğim, yer yer tokatlamak istediğim “kendinin farkına varan karantina güzelleri grubuna” üzülerek dâhil oldum. Üzülerek dâhil oldum diyorum çünkü insan, olmayı asla istemediği bir yerde, hiç olmayacak şekilde kendini bulunca bir hayli üzülüyor. Üzüntü anlarında akla gelen çoğu şey faydasız gibi geliyor ama bazı durumlar bunun tam aksini söylüyor.
1998 senesinin Temmuz ayında, ailemle birlikte yaz tatilimizin bir kısmını geçirmek üzere Konya’ya akraba ziyaretine gittik. Sahil kasabasında yaşayan bir çocuk için, bozkırın sıcağında denize hasret şekilde dönmeyi umut etmek, oldukça zor bir şeydir; herkes bilir bunu.
Tüm bu zorluklar bir kenarda dursun, hiç görülmemiş akrabaları görmek anlamsız bir heyecan veriyor ama dönüş yolunun heyecanı kadar değil. Bunu hayat olarak görebiliriz aslında. Hayat benim gözümde, istemeden çıktığımız yoldan başka bir şey değil. Hiçbir şeyi bilmediğimiz, tanımadığımız ama yolda ilerledikçe birileri tarafından öğrenilmiş ve tanınmış kavramları, yeniden keşfetmemize fırsat tanımadan öğrenmek zorunda kaldığımız ve çoğunda kendimizi kaçırdığımız sonu olan bir çizgi.
Konya’ya vardığımızda kazananın aslında hep babaların olduğu ama yine de nezaketen tartışılan “Önce kimin ailesinde kalalım?” konusu kısaca konuşuldu ve bilin bakalım kazanan kim oldu? Önce babamın, sonrasında annemin akrabalarını teker teker ziyaret ettik. İnsanın anne ve babasına olan güveni öyle bir şey ki, yolda görsen tanımayacağın insanlar birden sanki hep varmış gibi oluveriyor.
Kabul edelim hepsi güzel insanlardı ama Macır Dayım ayrı. Bana şu an anlamış olduğum durumu ispatlayan sözün sahibi, bilmiyorum belki de mucidi, Macır Dayım… Seksenine merdiven dayamış, gözlerine toprak filtresi yavaştan inmeye başlamış, hayatımın ilk bilge adamı.
Bir gün onunla bahçede oturup muhabbet ederken, Konya’nın sıkıcı bir yer olduğunu, burada yaşamanın çılgınlıktan başka bir şey olmadığını ve bir daha asla buraya gelmeyeceğimi papağan gibi tekrarlayıp durdum. Beni sabırla dinleyen bilge kişi, o an asla anlayamayacağım ama şu an üzülerek anladığım tek bir cevap verdi. “Öyle deme yeğenim, Allah insanı iddiasından vurur.” Ne yalan atayım o aklımla içimden, Allah beni neden vursun ki diye geçirmedim değil.
Evet, Allah beni iddiamdan vurdu. Peki farkına vardığım şey ne? Öyküler yazan, editörün yazma demesine rağmen şiirler yazan, tribün gruplarına marşlar yazan ben, ne kadar uğraşsam da bir kavramı ya da herhangi bir şeyi öğretici bir şekilde yazamayacağımın farkına vardım. Buna sebep olan şeyse, Rafet ve onun az garip öyküsü.
“Çalışmanın zorunluluk olduğu hayatta özgürlükten bahseden insanlardan nefret eden Rafet, mesaisi bitince kendini, henüz karantinadan etkilenmemiş yayaların arasına attı. Günün vermiş olduğu yorgunlukla beraber dünden sözleştiği arkadaşlarının yanına doğru yavaş yavaş yürümeye başladı. Yanlarına gittiğinde herkesin geldiğini, eksik tek parçanın kendisi olduğunu gördü ve herkesi tek tek selamlayıp sohbete ortak oldu. Neden sonra Rafet ‘Bugün kafam çok güzel’ diyerek haykırdı. Bu haykırış hoş karşılanmamış olacak ki, masada bulunan herkes ‘Ne saçmalıyorsun?’ dercesine bakış attı. Rafet, kafasının gerçek anlamda, yani şeklen güzel olduğunu anlatmaya çalışsa da kimse oralı olmadı ve birden ortamdan soyutlandı.”
İşte tam da burada, arkadaş ortamında “Kafam çok güzel” dediği için dışlanan, acınası gözlerle bakılan bir gencin dramını, “Kelime, kelimenin kökenleri ve bu kelimelere yüklenen anlamlar ve dahi bir sürü şeyi” Rafet’in özelinde değerlendirmek istedim fakat böyle bir deneme için sabrımın ve heyecanımın olmadığını fark ettim. İnsanın bir şeyi yapamayacağını fark etmesi ve buna karşın yapmak için hiçbir çaba sarf etmemesi, hayatı göz ardı etmenin güzel bir yolu değil de nedir?
Eğer siz de bu karantina günlerinde kendinizin farkına varıp yine de içinizden bir Monteigne çıkaramıyorsanız telaş etmeyin ve ayaklarınızı uzatın. Ben öyle yapıyorum.
Süleyman Mete
1 Yorum