Yüreği batılılık ekseninde mazoşist, aksanı desen bilmediğim bir mezcup. Gözleri birer uçurum sanki yaşamaya, elleri şehrayini gibi desenlerin. Yüzü mağrur. Seni anlatıyorum sevgili. Seni; yani yüreğim mağrur. Bugün en yaralı yanlarımla sesleniyorum sana. Bugün sana adını bilmediğin dillerden sesleniyorum. Ellerini ne olur yüreğinin bir mevsimi gibi ser vücudumda. İstikrarım senin gözlerine bakmaktır, önce bunu bil.
Önce bunu bil, bunu anla. Karanlık yağar bazen yağmur insana. Karanlık güller bırakır kapına bir yabancı. Karanlıktır çiftleşen bir martının yüreği. Karanlıktır ölümü gözleyen kimse; eğer senin bakışların karanlıksa. Yani bugün, sana anlattığım sözlerde, karanlık yağmurlardan uyanıyorum bunu bilmelisin.
Damarlarımda nal sesleri yalnızlığa oynayan atlar… Bir bebeğin biberonu emmesi gibi soğuk ve narin. Cümlelerin tekmile geldiği andayım. Kimse yok ve gece karanlık. Çökmüş bir ruhun prangaya vuruluşunu izliyorum duvarda. Gözlerimde bir oyuk. Saçımın teline kıvamlanmış vakit. Ustura ağzındayım. Ne yana hareket etsem kement atacağım acının boynuna. Bu yüzden istemiyorum kromozomları. Aşırı hissiyat boğuyor yüreğimin ucundaki fidanları. Sonra birisi şöyle diyor; Onu kendi haline bırakınız. Oldum olası yaşayabildiğini görmedim onun…
Oldum olası yaşayabildiğini görmedim onun. Oldum olası gözlerinde bir faşistlik. Sanki almıyor kimseyi kendisinden içeri. Zaten kimi alsa ki? Hem de böyle bir zamanda; herkesin birbirine oyunlar çevirdiği, kimin, kimin arkasından konuştuğunun belli olmadığı zamanda. Gece oldu diye gözlerimde bir yaş birikintisi. Ben gecenin üstüme birikmesiyle ağlıyorum ya üstüne bombaların biriktiği çocuklar… Dünya ne garip değil mi? Birinin korkusu ağlamak sessizce, diğerinin geceye boyun eğmek ve yalnız kalmak, diğerininse bir aile boyu hayata bombalarla elveda etmek… Boynumda asılı duran karanfili alsana diyor biri, boynumda asılı duran karanfili…
Ne kadar garip değil mi, bir çocuğun elinde yağmurla değil de denizle dolaşması. Ne kadar garip değil mi, bir çocuğun elit modellerinden konuşurken yurdumun aksanında, bir diğerinin yarın hangi ebeveyninin öleceğini konuşması… Yalnızlığıma isyan ediyordum şu dört duvar arasında. Öleceğimin korkusuyla ya da sevinciyle, sessizliğin ve bilinmezliğin esrikliğine isyan ediyordum. Ne kadar garip değil mi bu acıyla, o acıların yer tutmaması…
İsyan ediyordum gece şehrayin. İsyan ediyordum şarkılardan agora meyhanesi. Dilim Tebbet nöbeti. Issız bir dua akıyor yamaçlarımdan. Haznemde tercümesi olmayan cümleler. Gölgesindeyim hala kendim olmanın, kendim olabilmenin. Ah, insanlar ölüyorlar dışarıda, gariban masumlar. Ellerinde tüfekleri değil taşları olan kızlar. Kızlar ölünce ben de ölüyorum çünkü kadınlar… Yüreği masumluklarıyla dolu dünyanın, korkularıyla bombaların, eşlerinin ölüsü karşısında siperlenen kadınlar… Bir isyanda mı kaldı zannediyorsun benim duygulanma nöbetim? Yalnızca Allah’a mı isyan edilir senin lügatinde? Yalnızca yaratıldı diye kul, yaratıcıya mı küfretmeli? Ben bugün isyandayım ve dilimde başka insanların birikintisi. Nerede şimdi ümmetin tek bir kulunun cehenneme girmemesi için; “Allah’ım, beni o kadar büyüt ki, ümmetten başka kimseye yer kalmasın” diyenler… Oysa artık ölsek bile, televizyonda haberlerimizi izleyip “yazık olmuş” diyor insanlar. Yazık olmuşsa bile yüreği sızlamayanlara olmuş, yoksa ölenlere değil.