Bir Toprağı Yurt Edinmek yahut Tarih Şuuru

Tarih; insanın kendi mazisinden, hafızasından yani kendisinden bahsetmesi demektir. Çünkü tarih dediğimiz zaman geçmişte yaşanan olayların kronolojik dizininden bahsetmiyoruz. Tarihi bu dar alana sıkıştırmak da ona yapılacak en büyük haksızlık olacaktır. Nasıl ki bir insanı insan yapan en önemli unsur onun hafızası ise toplumlar için de tarih böyledir. İnsan, hafızasını kaybettiğinde şuur durumundan uzaklaşır ve kendi olmak, kendi kalmak durumundan ayrı düşer. Bu durumdaki kişilere kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini anlatmak ve geçmişini hatırlatmak gerekir. Hatırlatılan geçmiş, hayatî önem taşır. Zira insan yarına dair bir plan yapacaksa, bunu ancak kişisel hafızasını kazanmakla, dününü öğrenmekle başarabilir. İşte fert planında kişisel hafıza bu kadar önemli ise fertlerden oluşan toplumların hafızası da aynı derecede önemlidir, belki de daha hayati bir önemi haizdir.

Bireyde hafıza olarak gördüğümüz olgu, toplumda tarih şuuru/bilinci olarak tezahür eder. Tarih, bir toplumun hafızasıdır; dünü, bugünü ve yarınıdır. Kültürel kodlarından tutun da her ferdinin içinde taşıdığı en küçük değere, en önemsiz gibi görünen detaya ev sahipliği yapan belleğidir. İşte tarihi bu kadar önemli kılan ve onu iki kapak arasına giren olayların kronolojik dizini, kabaca hadiselerin sebep-sonuç ilişkisini gösteren bir bilim dalı olmaktan çıkaran hayatî nokta budur. Tarih şuuru dediğimiz zaman “kendimiz olabilmeyi” ve “kendimiz kalabilmeyi” kastediyoruz. Zira insanın kendi olabilmesi için bu şuura (bilinç haline) mutlak manada ihtiyacı vardır. İstikbalin mazide yatması ve mazinin istikbali inşâ etmesi gerçeği de bunun bir delilidir.     

Tarihten Şuura

Şöyle bir geriye dönüp binlerce yıllık siyasi tarihimize baktığımız zaman göreceğiz ki kurduğumuz devletlerin sınırlarını kağanların/hakanların/sultanların kılıçları değil şairlerin şiirleri çizmiştir. Erenlerin nefesleri ise bu devletlerin sınırlarını perçinleyen ana unsur olmuştur. Yani erenlerin işaret ederek perçinlediği sınırların çerçevesini şairlerimizin satırlarıyla çizmişiz. Merhum Nurettin Topçu, nerede bir evliya türbesi/kabri varsa orası Türk yurdudur derken aynı gerçeği farklı bir şekilde dile getiriyordu. Bu nedenle tarihi sadece bir bilim olarak görmek, onu şuur haline, bilinç durumuna çıkarmaya engel teşkil eder. Will Durant tarih bilimini tarif ederken onun %99’unun önyargı kalan %1’inin de tahminlerden ibaret olduğunu söyler. İnsan hafızası olarak görülen bir tarih anlayışı, bu kadar sığ tarifi yapılan bir bilimsel disipline hapsedilemez. Nasıl ki hafızası olmayan ya da zayıf bir hafızaya sahip olan insan, daha sağlam olan bir başka hafızanın etkisinde kalacak ve kendisini o hafızayla yeniden inşâ edecekse aynı tehlikeli durum toplumlar, medeniyetler ve kültürler için de geçerlidir. Toplumsal hafızası olmayan medeniyetler, bu hafızaları güçlü olan toplumların uydusu olmaya, onların yörüngesinde dönmeye mahkûm ve mecburdur.

Martinikli siyahî aktivist Frantz Fanon, sizi tanımlayan, size sınır çizen, ne olduğunuzu, aslında ne olmanız ve kim olmanız gerektiğini söyleyen kişi, size efendilik yapmaya çalışıyordur der. Çünkü bu evrende sadece insan, başka bir nesne ya da eşya üzerinde sahiplik iddiasında bulunur. Bir şey üretir, icat eder ve ona bir isim koyar. Sınır çizer, meziyetlerini tarif eder. Bu yapılan şey, eşya üzerinde hak iddiasıdır. O nedenle hafızasına ve tarihine sahip çıkmayan, onu gerektiği gibi koruyamayan toplumlar Fanon’un örneğini verdiği tipte bir fertle ya da toplumla karşılaştıkları zaman aslında bir efendiyle karşılaşıyordur. Karşılaşılan bu dış güç, sizi tarif ederken ve bir isim verirken aslında sizin efendiniz olduğunu söylemek istiyordur.

Amerikalı siyahî lider Malcolm X, Harlem şehrinin gettolarında yaşayan siyahî halkına konuşma yaparken hep tarihte nasıl bir insan olduklarından, bu ülkeye nereden geldiklerinden bahsediyordu. Çünkü karşısındaki kitle tarih şuurunu yitirmişti. Ana dilini, inancını, coğrafyasını, ismini kaybetmişti. Yeni kıtaya geldikleri zaman beyaz adam, bu halka yeni bir isim, yeni bir coğrafya, yeni bir din vermişti. Bu yeni verilen bilgiler onları özgür insan yapmamış, kendilerini yeni kıtanın efendileri olarak gören beyaz adamın kölesi kılmıştı. Sonuç olarak kendi kimliğini ve benliğini bu kadar sert bir darbeyle kaybeden Afro-Amerikalılar, 3 asırdır Amerika’da insan olma hakkını elde etmeye çalışıyorlar.

Tarih ve Şehir 

Bir hafızaya sahip olduğunu söylediğimiz şehirlerin inşâ edileceği zemini, kendi zaman diliminde ve kendi zihnine uygun olarak inşâ edenler, o şehrin sokaklarında gezen insanlara devamlı kimliğini, kültürünü hatırlatmak, telkin etmek zorunda kalmazlar.

Şehirlerin içinde yer alan mezarlar ve o mezarların yapısı da belli bir hafızanın, belli bir kültürün taşıyıcısı konumundadır. Batı dünyasında ölüm korkulan bir olgu olduğu için sosyal hayatın canlı olduğu yerden dışlanır. Yani hayatın aktığı, dinamik olduğu alan içinde mezarlık gibi ölüm ya da ölümü hatırlatan hiçbir şey mümkün mertebe inşa edilmez. Bunu hatırlatacak en önemli olgu olan mezarı da şehirden biraz daha uzak bir yerde kurarlar. Batı dünyası mezarlıklara “nekropolis” yani “Ölüler şehri” der. Etrafı surlarla ya da yüksekçe duvarlarla çevrili olan bu yerler dışarıdan bakıldığı zaman gerçekten de bir şehir olarak görülür. Yaşayanların şehri ise ayrıdır. Ağızların tadını kaçıran, hayatın neşesini bozan ölüm, sadece birisi öldüğünde hatırlanır neredeyse. Bu kadar korkulan bir olgu da etrafı çevrilmiş bir başka şehir olarak inşa edilir. Bu durum, Batı kültürünün bir parçasıdır.

Mezarların Tarih Taşıyan Hafızası

Anadolu’da her hangi bir şehir, ilçe veya bir köye gittiğiniz zaman mezarla cami, mezarla köy iç içedir. Ölümle hayat kol koladır. Ölüm korkulacak bir şey değil, aksine yeniden doğuştur. Belki de bu nedenle ölen yakınlarını evlerin bahçesine, beş vakit namazlarını kıldıkları caminin etrafına defnederler. Bazen de Karadeniz’de olduğu gibi bir köyün tam ortasına mezarlık yapılır. Sabah, öğlen, akşam oradan geçerken hep o mezarları görürler. Atalarına, dedelerine Fatiha okurlar. Hafızalar her zaman taze tutulur. Merhum Yahya Kemal, İspanya’da kaldığı dönemde kendisine “Ülkenizin nüfusu ne kadar?” diye sorulduğunda “30 milyon” cevabını verir. Muhatabı “Bu yakınlarda yapılan nüfus sayımında 15 milyon olduğu açıklanmıştı ama…” dediğinde “Beyefendi, biz ölülerimizle yaşayan bir toplumuz” der. Belki de en doğru cümle budur. Gerçekten de Türk toplumu ölüleriyle yaşar çünkü onlar bizim hafızamızı, şuurumuzu oluştururlar.

Bir başka gerçek de mezarlıklar üzerinden bir hafıza oluşturma ve bunu okuma gerçeğidir. Hepimizin bildiği gibi mezar toprağın altı ve üstü olarak iki parçadan oluşur. Mezarın alt kısmı, naaşı koyduğumuz yerdir. Üst kısmı da mezar taşının bulunduğu bölümdür. Mezarın altı malum, cenazeyi defnettiğimiz bölümdür. Peki, ama üstü niye var? Diyebiliriz ki bu tamamen psikolojik bir durum. Çünkü bu mezarlar hayatın içinde var olmaya devam ediyorlar. Burası Batı dünyasındaki gibi bir “ölüler şehri-nekropolis” değil. İnsan da fıtri olarak hayatın içinde var olan şeyleri estetize etmeye meyyal bir varlıktır. Mezar taşı da hayatımızın içinde olduğuna göre, insan tarafından güzelleştiriliyor. Öncelikle mezarın yerini belli ederek etrafını çeviriyor, diğer mezarlarla karışmasın diye başına ve ayakucuna birer taş dikiyoruz. Bu taş, kaba ve düz bir taş olmuyor tabiî.

Mezar taşlarımız Fatiha talebiyle başlar yahut biter. Çünkü bir ölü için en büyük hediye arkasından gelecek duadır. Peki, kime dua edeceğiz? Bunun içinde mezar taşlarına merhumun kim olduğu, mesleği yazılır. Bu, zaman içinde gelişir tabiî. Estetik algısı, zevk seviyesi yüksek bir toplumda o taşın şekillenmesi elbette farklı olur. Aslına bakarsanız mezar taşı dediğimiz bu taşlar, medeniyetimizin kodlarını taşıyan çok önemli bilgi kaynaklarından birisidir. Ve o taşları okumayı bilen her fert, bir nevi tarihini, geçmişini okur, gelenekle bağ kurar.

Tarih Bir İdeoloji midir?  

Batı, bazı ideolojiler ve izm’ler üreterek yarına dair sözlerini söyledi. Bu ideolojik söylemlerden bir tanesi de tarihtir. Tarihi Marksist, Kapitalist, Liberalist, Materyalist açılardan okudu. Çünkü tarihin ideolojik olduğunu biliyorlardı. Bir şey daha biliyorlardı, tarihin tahlili, tenkidi ve terkibi yapılır; olduğu gibi alınmaz. Tarih, herkesin kendi inancı, anlayışı, istidadı, fikri ve anlayışı neyse o çerçevede değerlendirilen bir ideoloji, bir fikirler bütünüdür. İbn Haldun’a göre tarih, işari rivayete dayanır. Haberde nakil sadıksa menşei tahkik edilmez. Yani haberi nakleden doğru, dürüst, yalan söylemeyen birisiyse menşei tahkik edilmez ve söze riayet edilir. Ancak inşâ kısmı farklıdır ve inşâda esas olan tenkittir. Burada inşadan kasıt kaleme alma, tarih yazmadır. Birisi bir tarih yazdıysa biz de onu olduğu gibi alıp kabul edemeyiz. Kim yazmış, yazan kişi sadık mı, değil mi? Doğru mu söylüyor? Bunların hepsine bakılır.

Tarihin Korunması Hafızanın Korunmasıdır

Geçmiş zamanlarda yaşanan olayların sebep ve sonuçlarını öğrenmek bize sadece kronolojik bir bilgi sağlar. Bunun ötesinde ondan hiçbir müspet kar elde edemeyiz. Oysa tarihin bir şuur alanı olduğunu fark edersek, olduğu gibi alınmayacağını da fark ederiz. Kendimize göre anlayıp, tahlilini, tenkidini, terkibini yaparsak, dünle aramızdaki bağı güçlendirebiliriz. Böylece bugünü daha iyi yaşayıp yarını garanti altına alırız.

İnşâ ettiği şehirleri, şehirlerin içinde yaptığı camileri, külliyeleri, medreseleri, yolları, sokakları, çeşmeleri, mezarları kendi geleneksel dokunuşlarla oluşturan bir toplum tarih şuurunu muhafaza eder. Bu muhafaza da geçmişin korunmasını ve geleceğin inşâsını sağlar. Bu şehirlerde, sokaklarda gezen, oradaki camilerde namaz kılan insan kimliğini hatırlar, her daim hafızasını canlı tutar. Babasının, dedesinin mezar taşları üzerinden geçmiş zamanı okur. Yurt edindiği toprakların her karışında, karşısına çıkan erenlerin türbeleri, vatan olarak kabullendiği toprakların üstündeki gök kubbede yankılanan şairlerin dizeleri kimlik kaybını engelleyen en önemli setlerdir. Ve bu setlerin muhafazası tarih şuurunun korunmasıyla elde edilir. Tarih şuuru, tarih biliminin ellerine bırakılamayacak, terk edilemeyecek kadar hayatî bir meseledir ki terk edilmesi, cemiyetin geleceğinin tahribatını kolaylaştırır.  


Davut Bayraklı

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir