Alışılagelmiş bir günün öğleden sonrasındayım. Düşünmekten halsiz kalan zihnim uyanıklığının son demlerini yaşıyor. Kulağımda bir şarkı:
“Ben böyle değildim ne zaman kayboldum
Rüzgârla dans ederdim ne zaman savruldum
Bir ses duydum geçmiş zamandan
Bir ses duydum küçük bir kızdan
Bir bilet istiyorum.”
Gözlerimi kapayıp bir istasyon çiziyorum gözkapaklarıma.
Ayaklarının altında, bir polenlik hayat tacir eden böceklerin yeşilliklerinde kaybolduğu bir tepenin çorak eteğinde… Gözlerinin altındaki mor torbaya sustuklarını biriktirmiş. Uykusuz. İnsanların kat kat olan göbeklerinin iki katı arasına sıkışmış antikapitalist rüyalar gören bir ter tanesi kadar hayalperest. Kısa otobüs molalarında yarısı içilip atılmış bir sigara kadar amaçsız. Sistemin bozuk para gibi harcadığı insanların toplandığını varsaydığım bir kumbara kadar tıka basa. Bazense gülü kurutulmuş bir bülbül kadar yalnız. Çoğunlukla ambulans sireni aceleciliği var kaderinde. Nadiren bayramda eli öpülen dedeler kadar mutlu.
Çilebaz bir istasyon; yaşlı, aksak…
Muhtemel duygu yüklü karşılaşmaları önlemek adına giriş kapısı ve çıkış kapısı ayrı yerlerde. İsten kararmış yüksek duvarlarındaki çatlaklar, tek ayağı çukurda bir bedenin yüzündeki kırışıklıklar gibi zamana yenilmiş ve çaresiz. Yaraya dadanan bir sinek kadar huysuz bir istasyon. Lambaları feri kaçmış gözler gibi. Neredeyse bütün kapılarının kilidi bozuk. Kırık camlardan içeri teşrif eden rüzgârın uğultusuyla emektar kapı gıcırtıları koyun koyuna, yangında ilk kurtarılacaklar arasındaki metal dolabın küflenmiş kâğıt kokan raflarında kıvrılmış uyur halde. Havada çarpışan adım sesleri tavan arasında birikiyorlar. Bozuk musluklardan damlayan her damla istasyonun içinde tutamadığı teri imliyor.
Yorgun bir istasyon bu; altın kafese konulan kuşun özgürlüğe özlemi var ceplerinde.
Ağaçları var istasyonun, çok değil. Renklerini istasyonun solan yanlarından almış yaprakları var ağaçların. Gölgelerinde dinlenmeye vakti olmayan insanların saniyelik nazarlarıyla tanışıklar sadece. Bankları var, hayattan kesitler sunan bir tiyatro oyununun sergilendiği sahnenin koltukları gibi. Farkı ise oturanlarının da oyuncu olması. Üzerlerine aceleyle kazınmış harflerde okumuşlar hayatı. Senden benden çok farkındalar dünyanın rahat etme yeri olmadığının. Rahat olmamalarının nedenini buna bağlar gibi bilge duruşları var. Ayakları yere sağlam basıyor.
Sahibine verilememiş gülleri düştükleri derin unutulmuşluk kuyusundan çıkarıp, evde bekleyenlerine veren çalışanları var istasyonun. Yüzlerine astıkları yorgunlukların aslında istasyonun omuzlarına bindirilmiş birer yük olduğundan haberleri yok. Benzer duyguları, benzer hayatları var. Kimisi bir vedadan arta kalan gözyaşlarını süpürüyor, kimisi o vedanın biletini kesiyor, kimisi biletteki istikamete giden vedaları ardı sıra götürüyor. Bastıkları zemin ortak; sert, soğuk, gri ve üzerine düşen hayal kırıklıklarından etkilenmeyecek kadar dayanıklı. Rayları birleşen hayatların dikiş izleri gibi, istasyonun. Vagonlar; duygu naklinden sorumlu sadık işçileri.
İstasyon; geçmiş zamanı raylardan sıçrayan çakıl taşlarında bırakmış, yelkovan ucu yolcusu.
Bir tren geliyor istasyona içini dökmek istercesine. En son yolcu da iniyor, trende sadece sevilen insanlara kavuşmanın heyecanıyla unutulmuş, eksiklikleri fark edilinceye kadar emanet odasında bekleyecek birkaç parça eşya ve paylaşılan sırların utangaçlığı kalıyor.
Trenden ilk inen, yeni doğan bebeğini bir an evvel görmek için koşmayı kendine onur edinmiş bir tezkerenin sevinci. Kahkahası yankılanıyor her köşe başında ve gitmek için birazdan gelecek treni bekleyen, tek dayanağı sırtını verdiği direk olan kadının kulaklarına uğramıyor kahkaha sadece. Çünkü kadının kulaklarını, terk ederken bir daha açılmamak üzere kapattığı kapının ardında yitip giden umutlarının fısıltısı doldurmuş. Gözünden akanlarsa içinde kopan fırtınaların dışarı taşan gürültüleri. Şefkatle uzanan bir el çekip çıkarıyor kadını boğulmak üzere olduğu girdaptan. Mendil satan kimsesiz bir çocuğun hayata tutunmaya çalışmaktan nasırlaşmış eli bu. Ağzı değil, gönlü konuşuyor sanki.
-Para istemez abla, kanayan dizlerini silersin.
Asıl kimsesizin kendisi olduğu gerçeği çarpıyor kadının yüzüne. Mendile uzanıp teşekkür etmek için ağzını açtığında dizi daha da kanıyor.
İstasyon gelen-giden trenlerin sebep olduğu dramatik sahnelere alışkın. Mobilyalarının verniklerini zaman eritmiş fakat her dakika tazelenen duygular kol geziyor etrafta. İstasyon olmaya başladığı ilk günden beri kendisine uğramış bütün yaşanmışlıkların ruhları dolduruyor boşluklarını. Bir tek arka bahçesi tenha bu istasyonun. Oraya sadece kuşların göç vakti telaşı uğruyor bir de çorak yamacın ait olduğu tepenin yemyeşil olduğunun farkında olan istasyonun tek sakat çalışanı. Her gün mutlaka bir sigara yakıp sakinliğin sesini dinliyor orada. Kendisine benzetiyor adam istasyonu, hayatı kurak ama gönlü yeşillik. Tepenin başına çökmüş bulutun istasyondan buharlaşan hüznü alıp buradan çok uzakta yeşillenmek için bekleyen ümitlerin üzerine hayat olarak yağacağının farkında.
Somurtmaktan yorulan istasyonun gülen yüzü bu adam, adım attığı yeri gamzeye çeviriyor.
Uzak dağların arkasından yayılan bir turunculuk kaplıyor istasyonu. Gün bitmek üzere. Duvara yaslı duran masanın ayağının yanında, varlığı çoktan unutulmuş bir bavulun üzerinden batıyor güneş. Çok yağmur görmüş bavul, fermuarı paslı. Dikişlerinden bir melodi sızıyor.
“Sadece gidiş olsun
Çocukluğun saflığına
Gidip orda yaşamam gerek
Bilet istiyorum
Tek kişilik olsun”
Kübra Taşkıran