Tam altı aydır yolunu gözlediğimiz gezi günü nihayet gelip çatmıştı. Kayseri, Mardin, Gaziantep ve Hatay illerinde ikişer gece konaklayacaktık. Hazırlıklarımızın tamamı daha bir ay öncesinden bitmiş, rezervasyonlarımız yapılmıştı. Rotamız alternatifli olarak belliydi. Şehirlerde neler yiyeceğiz, neler içeceğiz, nereleri göreceğiz hepsine karar verilmişti. Üzerinde seyyah yazan tişörtlerimiz alınmıştı. Güneşten korunmak için şapkalarımız hazırdı. Frappelerimiz için özel bardaklarımız bile mevcuttu. Gezi ekibimiz ise yine aynıydı: Bendeniz Muhammed Furkan, Ömer Can ve Emirhan. Görev dağılımımız şöyleydi: Kaptan şoför Ömer Can, malzemeler ve lojistik destek sağlama Emirhan ve bense rota ve mekân sorumlusu…
Yolculuğa Bursa’dan başladık. İlk olarak Kayseri’ye gidecektik. Uzun süredir böyle çocuksu bir heyecan birliği içinde olduğumuzu hatırlamıyorum. Araca binip yönümüzü Ankara yolu üzerinden İnegöl’e kırdığımızda gezinin başlamış olduğuna inanamadık. Bir süre sadece birbirimize bakıp rüyada mıyız değil miyiz ayrımına varmaya çalıştık. Nihayet etrafımız Bursa’nın yeşilinden soyunup Anadolu’nun çorak sarısına büründüğünde yolculuğun başladığına inandık. Şehirleri; kalış şehirleri ve geçiş şehirleri olarak ikiye ayırdığımız için her şehrin kendine münhasır bir önemi vardı. İlk geçiş şehrimiz Eskişehir’di. Orada Artun Ünsal’ın bir kitabından yararlanarak keşfettiğim çibörekçide kuzu sorpa çorbasını ve meşhur çiböreği denemek için mola verdik. Mekânın ismi Eskişehir Çibörek Evi idi. Yemekler beklediğimizden daha lezzetli çıktı. Yemekten sonra bize keçi sütünden yapılmış sütlaç tavsiye ettiler. Bahçesaray tatlısını keçi kaymağı ile denedik. Tatlılar da en az yemekler kadar muhteşemdi. Mekân sahibinin oğlu Ayhan Tetik beyefendi bizi çok iyi ağırladı. Davetimizi reddetmeyip masamıza oturdu. Kendisine lezzetlerle ilgili epey soru sorduk. Aslen Kırım tatarı olduklarını öğrendikten sonra konu coğrafyaya kaydı. Tatarların hamur işleri ve özellikle kıymalı yemeklerde pek bir maharetli olduğunu öğrendik. Destur alıp kalktıktan sonra Kayseri istikametine doğru yol almaya devam ettik.
Tuz Gölü ve Kapadokya Asli rotamızda olmayıp alternatif seçenekler arasındaydı. Emirhan arkada uyuyakaldığı için Ömer Can’la istişare edip direksiyonu Polatlı’dan Şereflikoçhisar’a doğru kırdık. Tuz Gölü’nün bir kısmının kuruduğunu duymuştum ama uçsuz bucaksız bir görüntü verecek kadar olduğunu tahmin etmemiştim. İnsanlar tuzların üzerinde çıplak ayakla yürüyordu. Tuz tabakasını kazıp torbalarına tuz dolduranlar da vardı. Güneş tam tepemizde yüzünü gösterdiği için pek duramadık zira yere de bakamıyorduk. Oradan ayrılıp Aksaray’a doğru devam ederken saat beş sularında gölün sulu kısmı mor-pembe karışımı bir çehreye bürünmüştü. Ufuk çizgisine nazire yapar gibi biz yaklaştıkça o uzaklaşıyordu. Güneş ışınlarının gölün üzerini bu renge boyadığına başkaları şahit olmuş mudur bilmiyorum ama biz bir müddet bu güzel görüntünün efsunu ile hemhal olduk.
Kapadokya’ya vardığımızda güneş dağların arkasına süzülmeye henüz başlamıştı. Araçtan inip yol kenarından peri bacalarını temaşa ettiğimde rüzgârın görünmez keskinliğini düşündüm. Hava akımları sayesinde oluşan bu görüntüye şahitlik etmek yolu uzatmamıza değmişti. Balonların sabah beş ila yedi arasında havalandığını ve kişi başı 150-200 Euro maliyeti olduğunu öğrendik. Gün doğumunu havadan izlemenin bu kadar pahalı olmasının sebebi nedir bilmiyorum. Bu durum, turizmi bir kültür etkinliği değil de salt para kazanma vasıtası olarak gördüğümüzün bir alameti gibi geldi. Asgari ücretin 2000 lira dolaylarında olduğunu düşünürsek acımasızlığın ve kültürel görgüsüzlüğün had safhada olduğunu söyleyebilirim. Zira 200 Euro 1200 liradan daha fazla bir paraya tekabül ediyor. Bizim payımıza da el insaf deyip Kapadokya bahsini kapamak düşüyor.
Kapadokya’dan Kayseri’ye geçerken hiç görmediğim yerleri görecek olmanın verdiği keyifle ne ara vardığımızı anlayamadım. Geceye doğru otele eşyalarımızı bırakıp dışarı çıktık. Şehrin merkez caddelerini baştanbaşa yürüdük. Kümbetlere ve cami bahçelerine özellikle baktık. Doğrusu hayal kırıklığına uğradık. Kümbetlerin ışıklandırmaları yetersizdi. Bazılarının içlerine fener tutup baktığımızda halıların kir pas içinde ve dağınık olduğunu gördük. Kümbet duvarlarının bazılarını Kayserili gençlerin ilanı aşk etmek için kullandığını gördük. Zavallı gençler, herhalde kümbetin bakımı ile ilgilenen kızlara bu yolla açılmışlardı. Buna şahit olan kızlar orayı terk etmiş olmalılar ki kümbetler kir pas içinde ve bakımsızdı. Tarihi bir caminin bahçesine girdiğimde neye uğradığımı şaşırdım. Demir kapının sağındaki ve solundaki kolonlar beyaz alçı ile tamir edilmeye çalışılmıştı. Ayrıca o taşları kırmak epey kuvvet ister, nasıl kırdılar muhayyilem buna cevap veremedi. Merkezde Meryem Ana Kilisesi’ni görünce keşke Kayseri’ye gelmeseydik de Kayseri bizim gözümdeki saygınlığını yitirmeseydi diye düşündüm. Bahçenin içerisinde boyu bir metreyi aşan otlar her yeri sarmıştı. Göz kanatan bir görüntü vardı. Binanın bakımsızlığı ayrı bir üzüntü kaynağımızdı.
Ertesi gün, gündüz gözü ile aynı yerlere tekrar uğradım. Bir kümbetin tepesinde otların bittiğini gördüm. Öylesine moralimiz bozuldu ki merkezden biraz dışarıda olan Ağırnas Köyü’ne gitmeye karar verdik ama ilk önce meşhur mantı ve pastırmayı denemeliydik. Mantısı ile meşhur bir şehirde sadece 2-3 çeşit mantıya ulaşabildiğimizi gördüğümde Kayseri’nin reklamının çok iyi yapıldığına ama anlatıldığı gibi bir şehir olmadığına kanaat getirdim. Kâğıtta pastırmayı tattım. Bu yemekte olağanüstü ne var bir anlamadım. Mekânında tatmak lazım diyenler olursa isim vermek istemiyorum ama yerinde tattık. Meşhur gilaburu suyunu içtik. Mayhoş bir tadı olacağını umuyordum ama sadece ağzımızın tadını bozmakla yetindi.
Ağırnas, Mimar Sinan’ın doğduğu köyün adı. Oraya kolayca ulaştık. İlk olarak Ağırnas yeraltı şehrine gittik. Etkilendiğimi itiraf etmeliyim. Tünellerin bazılarından eğilerek geçtik. Bazıları daha yüksek ve genişti. Savunma amaçlı bir karış kadar kalınlıkta tekerler tünellerin başlarına yerleştirilmişti. Saldırı anında tekerler tünellere ulaşmayı engelliyormuş. Elimle dokunduğumda taşların buna muktedir olduğuna ikna oldum. Zira aşınacak ya da kolayca kırılabilecek cinsten değildi. Oradan Mimar Sinan’ın doğduğu eve gittik. Eskiden ermeni köyü olan burası bize çok şirin geldi. Sadeliğin ihtişamı ile burun buruna geldim diyebilirim. Sadece taşlardan yapılan bu küçük evlerin gözlerimizin pasını sileceğini tahmin etmemiştim. Agios Prokopios Kilisesi’ni görmeyi ihmal etmedik. Kilisenin içine parke taşlarının döşenmiş olduğunu görmeseydik daha mutlu ayrılabilirdik.
Oradan Erciyes Dağı üzerinden Develi’ye gitmeye karar verdik. Erciyes Dağı’na giden yolları çok beğendim. Aynı yollar Uludağ’da olsa ne güzel olurdu diye düşünmeden edemedim. Etrafta mangal yapmak için hoş çardaklar vardı. Kışın kayak yapanların dinamosu olan telesiyejler de yol üzerinden görülebiliyordu. Develi’ye vardığımızda Rıdvan Nazik kardeşim bizi misafir etti. Meşhur cıvıklıyı tattık. Normal bir karışık pideden farksızdı. Oradan bizi ilçenin görülebildiği bir tepeye götürdü. Gittiğimize değdiğini söyleyebilirim. Panoramik bir akşam manzarasına şahit olduk. Kapuzbaşı Şelaleleri’nde gece aydınlatması olduğunu umarak oraya gittik ama yanıldık. Birkaç esnafla konuştuk, buraya gereken önemin verilmediğinden, ödenek ayrıldığı halde yatırımın yapılmadığından bahsettiler. Gece geç saatlere konakladığımız otele döndük. Sabah kahvaltı yaparken Kayseri’nin amiyane tabirle balon bir şehir olduğuna kani oldum. Selçuklu döneminde verilen önemin neden Osmanlı döneminde verilmediğini ise bir türlü anlayamadım. Şehirdeki neredeyse tüm yapılar Selçuklu zamanından kalma idi. İzlenimlerim hakkında daha fazla düşünmemeye karar verdim zira üzülüyordum.
Muhammed Furkan Kâhya
2 Yorum