Ne gariptir ki hayatımızı o kadar çıplak bırakan yangın Tanzimat’tan sonra İstanbul’da şehirli arasında bayağı bir çeşit zevk yarattı. Kırmızı ceketli, yarı çıplak, ellerindeki kargı kadar ince köşklüler koşarak bağırdıkları o korkunç “Yangın var!” sesi duyulur duyulmaz bu işin amatörü olan insanlar, tanınmış beyler ve paşalar yangın seyrine çıkarlardı. İçlerinde arabasını koşturarak gidenler, yanlarına üşümemek için mevsimine göre sırtlarındaki kürkten başka battaniye götürenler, kaminota denen ispirto lambaları ile kendilerine seyir esnasında kahve hazırlatanlar bile vardı. Benim çocukluğumda Şehzadebaşı’nda epeyce itibarlı bir paşa böyle atı ve arabasıyla yangına gidenlerdendi. Yalnız paşa, kahve değil çay meraklısı olduğu için arabasında semaver bulunurmuş.
Eyledim icâd bin yangın bir âteşpâreden
mısraının sahibi Naci, kitaplarının Ateşpâre, Şerare gibi isimlerine ve şiirlerinde yangın, ateş kelimesine verdiği yere bakılırsa, belki de bu amatörlerdendi. Zehra ve Kara Bibik sahibi Nâbizâde Nâzım’ın Fikret’ten evvel aruzun büyük virtiözü olan İsmail Safa Beyin Abdülhamid devrinde bu amatörlerin en fazla tanınanları arasında oldukları söylenir. İsmail Safa Beyin Recaizâde Ekrem Beyin yakınlarda yıkılan İstinye’deki yalısında misafir olduğu bir gece yarısı böyle yangına gitmek için ev sahibini epeyce zorladığını bana birkaç kişi birden nakletti. Ne yazık ki onun bu zevkinden Türkçe’de yalnız:
Karşımda yangın olsa ısıtsam vücudumu
mısraından başka bir şey kalmadı. Zaten Namık Kemal’in Cezmi’sindeki, şahsî müşahadenin hissesi bilinmeyen tasvir istisna edilirse bütün edebiyatımızda yangın yok gibidir. Bazı ecnebi seyyahlar da yangın meraklısı idiler. Hattâ III. Selim zamanlarında İstanbul’a gelen Dallavvay bunu açıkça itiraf ederken pek az şeyin bu kadar güzel olduğunu söyler.
Biri kendi mahallemde olmak üzere ben de birkaç yangın gördüm. İşin içindeki trajik tarafı düşünmeden konuşmak imkânı varsa başta Neron olmak üzere bütün bu acayip zevkin amatörlerini pek de haksız bulmadım diyebilirim. Sonuncusu en hazini oldu. Bir gece Cihangir sırtlarından eski Sabiha Sultan yalısı ve Meclis-i Mebusan olan Güzel Sanatlar Akademisi’nin yandığını gördüm. Bir saatten fazla süren ve bir yığın infilâkla etrafını kıvılcım yağmuruna boğan bu acayip mahşerde havaya doğru bir lahzada yükselen ve devrilen alev ve duman sütunları arasında II. Mahmud devrinin en güzel binalarından biri, bir yığın hâtıra, çalışma eseri ve koleksiyonla bilhassa bir daha elimize geçeceğini hiç sanmadığımı ve her gün dakikalarca karşısında hayran hayran durup seyrettiğim emsalsiz derecede güzel bir Velasquez ve bir Goya kopyasıyla beraber kül oldular. Bu iki kopyaya ve bilhassa yalının geniş yayvan sofasına hâlâ yanarım. Böyle yananlar arasında bir de o kadar çok şey vaat eden Midhat’ın en güzel eserlerinden biri olan Ingres’in Pınar kopyası vardı. Yangının devamı boyunca hep, kendi gençlik günlerimin böyle yanışını seyretmiş olmanın şaşkınlığı içindeydim.
(Ahmed Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, Sayfa:162-163, Dergâh Yayınları, 40. Baskı, İstanbul)